Armağan, Mustafa: “Çelik Gülersoy: Bir reçel damlasındaki mutluluk”. [Yazarlar]

 

Armağan, Mustafa: “Çelik Gülersoy: Bir reçel damlasındaki mutluluk”. Turkuaz (Zaman eki), 13 Temmuz 2003, 7.sf.




http://www.mustafaarmagan.com.tr/genel/celik-gulersoy-bir-recel-damlasindaki-mutluluk/

 

Çelik Gülersoy: Bir reçel damlasındaki mutluluk

14 Eylül 2010Mustafa Armağan

Çelik Gülersoy: Bir reçel damlasındaki mutluluk

Öyle demiş bir yazısında: “Dünyaya armağan ettiğim bir reçel damlası kadar bu küçük eserimle, bütün hüznüme karşılık, yine de mutlu sayılmaz mıyım?” Ve eklemiş: “Dünyada sık savaşlar değil, sevgiler olsa, ön yargılar değil, deneyimler konuşsa, özetle her sokak bir Soğukçeşme Sokağı ve her ev bir Konuk Evi olsa.”

Ajanslardan ekranlara düşen bir habere göre Çelik Gülersoy, geçtiğimiz hafta bir konser sırasında fenalaştı ve kaldırıldığı hastanede hayata veda etti. Basına yansıyan son haber ise cenazesi kaldırılırken keman çalındığı şeklinde oldu. Basın, büyük ilgi gösterdi Çelik Gülersoy’un ölümüne.

Biz Türkler ölümü severiz! Ölüm, başkasının ölümü karşımıza dayanılmaz cazibesiyle çıkar ve biz onun büyüleyici duygu sağanağında yıkanmaya koşarız. Ne var ki sağanak sağanaktır ve en fazla birkaç saat sürer. Sonra, hiçbir şey olmamış gibi yolumuza devam eder gideriz.

17 Ağustos depreminde öyle olmadı mı? Oysa o günlerin atmosferine bakan birisi, enkaz üzerinde çırpınan insanların bir daha eskisi gibi olamayacağına, artık şehir kurma iradelerini ellerine alacaklarına kalıbını basardı. Ama sonra…, sonra eski hamam, eski tas.

Turgut Özal’ın da, Barış Manço’nun da, Kemal Sunal’ın da ölüm haberleri geldiğinde aynı duygu sellerinde boğulmadık mı? Ya sonra?

Çelik Gülersoy’u 1996’da tanıdım. Bir röportaj vesilesiyle Turing’deki odasında görüşmüştük. Konu, Boğaziçi’ydi.

Odaya Çaykovski’den notalar dağılıyor ve biz röportaj yapıyorduk. Havada kelimeler notalarla çarpışıyordu. Beylerbeyi’ni anlatıyordu, Boğaz’ın nasıl yağmalandığını, o asırlarca korunmuş olan yeşil ve mavi uyumunun son 30 yıl içerisinde nasıl imha edildiğini. Dikkatimden kaçmamıştı: Bunları anlatırken yüzünü derin bir sızı yalıyordu.

Bu röportajı o zaman yayınlayamamıştım, maalesef hâlâ da yayınlanmadı. Bir ara sevgili Ahmet Kot’a, çıkaracağı bir İstanbul dergisi için verdim ama o dergi de çıkmadı ve röportajım bu çıkmayan derginin dosyaları arasında sırra kadem bastı.

O görüşmeden sonra ne zaman yardım istedimse, beni geri çevirmedi Çelik Bey. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları arasında çıkardığım “İstanbul Armağanı” dizisinde (şimdiye kadar 4 cildi çıktı) “Boğaziçi neydi?” ve “Lâle ve İstanbul” adlı yazılarını yayınladım. Belediye ile en kavgalı olduğu dönemlerde bile yazılarını Belediye’nin yayınları arasında basmak için özel bir çaba gösterdim. Çünkü biliyordum ki, bu kavgalar gelir geçer ama yapılan iş kalır geleceğe.

“İstanbul Armağanı” dizisinde yayınlamayı tasarladığım ama bir türlü kuvveden fiile çıkmayan “İstanbul’un Dinî Mozayiği” adlı kitap için istediğim yazıyı da lutfedip göndermişti. Kitap biraz da benim tembelliğimden yayınlanamadı. Kendisine karşı mahcuptum. Tek tesellim, “İstanbul’da Dinlerin Uyumu” başlığını taşıyan bu güzel yazısını, iznini alarak “Yağmur” dergisinde yayınlamak oldu.

“Reçel damlaları”

Çelik Gülersoy’un en büyük hizmeti, bence İstanbul’un (yalnız İstanbul’un mu, Safranbolu’daki Havuzlu Konak az şey midir?) tarihî dokusuna yaptığı benzersiz katkılardır. 1971’de gerçekleştirilen bir yasal düzenlemeyle “triptik” gelirlerinden bir kısmı Turing’e aktarılmış, böylece kurum, elde ettiği bu gelirle faydalı hizmetler gerçekleştirme imkânını bulmuştur. Bu sayede pek çok güzelliğe tekrar merhaba demiştir İstanbul.

Yurtdışından bir misafiriniz gelse ve size dese ki: “Bu kadar büyük bir medeniyete sahip olduğunuzu söylüyorsunuz. 5 yıldızlı otel yerine bana şöyle İstanbul’un tadını doyasıya çıkartabileceğim bir Osmanlı evi bulur musun?” Aklınıza neresi gelir? Gelmiyorsa ben söyleyeyim: Sultanahmet ile Ayasofya arasında son Osmanlı konaklarından birisi olan Yeşil Ev’e misafirinizi gönül rahatlığıyla emanet edebilirsiniz. Burada pirinç karyolaları ve gaz lambalarıyla, bahçesindeki rengarenk çiçekleri ve havuzuyla misafirinizin kendisini gerçek bir Osmanlı atmosferinde hissedeceğinden emin olabilirsiniz. Peki bu evi turizme kazandıran kişinin Çelik Gülersoy olduğunu biliyor musunuz?

Fenerbahçesi’ndeki Romantika, Sultanahmet’te Geleneksel Türk El Sanatları Çarşısı (eski Cedid Mehmed Efendi Medresesi), Ayasofya’nın arkasındaki Soğukçeşme Sokağı, Yıldız Parkı, Malta Köşkü, Çadır Köşkü, Emirgân Parkı, Pembe Köşk, Çamlıca, Hıdiv Kasrı gibi onlarca eserde yine Çelik Gülersoy’un imzasını görmek mümkün.

Kendisine yönelik bazı eleştiriler yapılmadı değil. Restorasyonlardaki hatalardan tutun da kurumu kişisel işi gibi yönettiğine kadar birçok şey söylendi onun hakkında. Bunlarda haklılık payı da olabilir. Ama çok önemli değil benim için. Neden mi?

Biraz insaf lütfen. Bu eleştirileri yapanların hangisi bu şehre onun kadar hizmet etti? Kaç harap eseri ayağa kaldırmak gibi bir dertleri oldu? Bırakın eser yapmayı, hangi çeşmeye musluk taktıkları görüldü şimdiye kadar?

Bugün nefes alabilmek için Çamlıca tepesine çıkanlar gönül ferahlatan bir ortamda kendilerini yeniden doğmuş gibi hissedebiliyorlarsa, Malta Köşkü’nde lezzetli yemekler yiyebiliyorlarsa, Yıldız Parkı’nda haftalık toksinlerini boşaltabiliyorlarsa bu, Çelik Gülersoy’un reçelinden tattıklarını gösterir. O reçelden tadanlar iflah olmaz bir daha.

İstanbul’a duyulan hasbî bir aşkın 70 yıllık meyvesidir çünkü bu ‘reçel damlaları’.

“Hayatını İstanbul’a adadı”

23 Eylül 1930’da jandarma komutanı olan babasının Doğu hizmeti sırasında Hakkari’de doğan Çelik Gülersoy, 3 yaşındayken İstanbul’a gelmiş. 1958’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuş. Ardından kendisinin ve İstanbul’un tarihinde bir kırılma noktası teşkil eden Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’nda çalışmaya başlamış. 1965’te kurumun Genel Müdürlüğü’ne getirilmiş. Turing, onun döneminde yeni baştan organize olmuş. Bir dizi park, restorasyon, teknik servis ve film hizmeti gerçekleştirmiş. Bir şehirlilik bilinci ve İstanbul sevgisi uyanması için olağanüstü bir çaba göstermiş.

Çelik Gülersoy’un kaleme aldığı çok sayıda kitap arasında Sultanahmet Camii’ni anlattığı “Mavi Cami”, “Taksim”, “Soğukçeşme Sokağı”, “Çağlar Boyunca İstanbul Görünümleri”, “Lale ve İstanbul”, “İstanbul’un Anıtsal Ağaçları” ve “Nasıl Bir İstanbul?” ilk ağızda aklıma gelenler. Yazdığı eserler kadar, hatta ondan da çok yeniden düzenlediği ve hayata kazandırdığı tarihî eserlerle de adını duyurdu Çelik Gülersoy. Öğrencilik yıllarından itibaren topladığı belge ve kitapları, İstanbul Kitaplığı adıyla kurduğu bir kütüphanede araştırmacıların istifadesine sundu. Şehirde, hele İstanbul gibi bir şehirde yaşamanın anlam ve değerini işlediği yazılarına ölünceye kadar devam etti.

Adı, hatırlanacağı gibi çeşitli polemiklere karıştı. Bedrettin Dalan’la, Ayasofya’nın arkasındaki Soğukçeşme Sokağı’nın yeniden düzenlenmesi konusunda; zamanın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ile de köşklerin işletilmesi konusunda yaptığı tartışmalar hâlâ hafızalarda.

Bütün bu işleri yaparken gururluydu. Kendi imzasını fazlasıyla önemsiyordu. “Bu bir Çelik Gülersoy yapımıdır” demekten müthiş bir zevk alıyordu. Ama bu gururun kendisine yakıştığı da bir gerçekti.

 

06 Mayıs 2006, Cumartesi

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Çelik Gülersoy’un Vefatından sonra hakkında yayınlananlar (6.7.2003 - )

Köpüklü, Mehmet: “Çelik Gülersoy'un mirası mahkemelik”.