"İstanbul aşığı Çelik Gülersoy'u andık" panelinin metni.
https://archives.saltresearch.org/bitstream/123456789/199472/1/ECOBARCE298.pdf
Etkinlikler
“İstanbul aşığı Çelik Gülersoy'u andık
"Benim İstanbul'um, çocukluğumdur. İstanbul bozuldukça ben oraya
sığınıyorum." (Çelik Gülersoy)
Faruk Pekin: Bu akşam Çelik Gülersoy'dan konuşacağız. Bir anma gibi
ama, belki anmadan biraz daha öte.
Burada onu değişik yönlerini ele alarak, ama biraz da İstanbul
Kitaplığı'na vurgu yaparak anmaya çalışacağız.
Gülersoy her şeyiyle kendisini İstanbul'a vermişti; İstanbul'un her
bir köşesine mutlaka bir şekilde eli
değmişti. Park, bahçe, binalar var, değişik binalara değişik işlevler
katmak var bunların içinde ama İstanbul Kitaplığı mutlaka çok özel bir şeydi.
Bir kentin özel bir kitaplığıydı, o yüzden daha fazla onun üzerinde durmaya
çalıştı. Ben geriye dönüp bakınca belki de en çok bu tarafını, bu eserini
önemsemeye çalışıyorum.
Önce Sayın İlber Ortaylı'ya sormak istiyorum: Çelik Bey'i doğuran
koşullar neydi sizce?
İlber Ortaylı: Kendisiyle 80'li yılların başında tanıştım. Hakkında
çok şey biliyordum. Birincisi, yaptıklarını duyuyordum, ikincisi de onun bazı
düşmanları olduğunu biliyordum. Bunlardan biri, Türkiye'de kamunun parasıyla
veya anonim kaynaklarla birtakım işler yapıp onlara kendi adını vermeyi iş
edinen bir zattır. Bu kişinin çalışkanlığını, kültüre eğilişini seviyorum ama
anonim kaynakları kullanıp kendi adını öne çıkarmayı kabul etmiyorum. Çelik
Bey'i TURİNG'den elemek ve TURİNG'i ele geçirmek için kullandıkları mücadele metotları
da maalesef bazen oldukça çirkindi. Bu tür bazı kişiler sahte mesih gibidir,
bunu görebilmeniz ve ona göre de dikkat etmeniz gerekir. İkincisi, Ankara'da,
iş yaptıklarını zanneden bir maliye bürokrasisi vardır.
Bunlar da TURİNG kulübüyle uğraştılar.
Yalnız, rahmetlinin de bir huyu vardı, insan ikna etmekten en uzak
tipti. Bana, bir haklı davayı mahkemede batıranın kim olabileceğini sorsanız,
Çelik Bey'in adını veririm. Üslup çok önemli bir şeydir uzlaşmak için. Tabii ki
hiçbir toplum, hiçbir insan temelinde demokrat değildir; Yani İngiliz
parlamentosundaki milletvekilleri de Türk parlamentosundaki kadar, Kore
parlamentosundaki kadar yamyam ve inatçıdır. Ama mühim olan, orada bir üslup ve
usul kurulmuş olmasıdır. İşler böylece daha iyi konuşulur, daha iyi karara
bağlanır. Çelik Bey'in üslubu, bütün o kendini adamışlığı dışında
muvaffakiyetini zaman zaman engelleyen bir unsurdur.
Bir üçüncü grup daha vardır sürekli eleştiren, beğenmeyen. Bazen bu
kişilerin pek haksız olmadıkları
durumlar da vardır. Çünkü rahmetli her şeyi kendi seçerdi; her şeyi
kendi seçen, her şeyin iyisini seçemez.
Ama yine de neticede, bir tahribat söz konusu değildir. İnsaf yoktur
bu eleştirilerde.
Çelik Gülersoy olmasa mesela Kariye Camii'nin etrafı berbat olacaktı,
biliyorsunuz. Çelik Gülersoy olmasa, Çamlıca diye bir şey de olmayacaktı; oraya
çoktan berbat apartmanlar yapılacaktı üst üste, çünkü para eden bir yer.
Etrafında da hiç öyle park, yeşil, ağaç olmayacaktı. Soğukçeşme diye bir şey
olmayacaktı; orada birtakım haydutların yönettiği bir otopark olacaktı. Tam
Ayasofya'nın dibinde, müthiş bir yer ve sanki de evinizde gibisiniz şehrin
merkezinde, ama gürültüden uzak. Orası örneğin otopark olacaktı, o zavallı
Caferağa Medresesi ezilip kalacaktı onların altında, hiçbir işe yaramayacaktı.
İnsanlar bunu böyle düşünmüyor ve düşünmek istemiyor. Onun için bu
tip adamlara itibar etmemek gerek.
Her uzman geçinen uzman değildir, bunu bilin. Bunlardan biri mesela
"Bizde tarihi Braudel tarzıyla
okutmuyorlar” diyor, halbuki tam tersine, hep Braudel tarzıyla
okutuyorlar, siyasi tarih de bilmiyorlar Türkler, çünkü siyasi tarih çok güç
bir iştir. Böyle afaki yorumları olan, hiçbir şey bilmeyen, eski harfleri
okuyamayan, mimari gözlemleri ve tarihi arşiv belgeleriyle temellendiremeyen,
mesela Yerasimos gibi olmayan adamlar konuşuyorlar böyle ve bunlar tabi üçüncü
grup düşman. Maalesef uzman geçinen ve çok kötü olan bu üç grup, ben şahit
oldum, sağdaki soldaki atakları dışında kulak dedikodularıyla yıpratmaya
kalkarlar. Fazla bir şey yazamadılar bu kişiler, çünkü yazmaya cesaret
edemediler, ama işini epey engellediler.
Bir diğer konu, Çelik Gülersoy'un kendinden geliyordu. Belirgin bir
biçimde kitlenin bir yarısını alıp öbür
yarısını dışladı. Bir şeyi kaldırmak istediğiniz zaman, tanıtmak
istediğiniz zaman herkesi kucaklamak
zorundasınız. Bu maalesef onun nesline has bir özelliktir, istisnai
değildir. Gelecek nesillerde bu özelliğin olmamasına dikkat etmeliyiz, çünkü
beğenelim veya beğenmeyelim, bu insanlarla burada yaşamak zorundayız ve burayı
ancak biz adam edebiliriz. Sanıyor musunuz ki ecnebilere verseniz burayı adam
ederler?
O burayı tanımaz, buranın taşını, toprağını, dilini bilmez. Kaldı ki
işte Londra'nın halini görüyorsunuz, ne kadar feci bir yer olduğunu, korkunç
binalar yapıldı. Yani hiç kimse böyle birtakım hırsızların, müteahhitlerin
önünde duramıyor ve her yerde de maalesef halkın çoğu kötü vaziyette. Belki
İskandinav ülkelerinde ve Almanya'da biraz daha farklı, çünkü ellerinde çok az
şey var.
Nurettin Sözen, şu ana kadarki belediye tarihimizde estetik için bir
binayı yıktıran tek belediye reisidir, bir ikincisi gelmedi. Ama bu iş için
şimşekleri üstüne çeken belediye reisi Çelik Bey'le anlaşamıyor mesela. Bunlar anlaşılmaz
kombinasyonlar. Çelik Gülersoy'la Nurettin Bey el ele yürümüyorlar; bunu
anlamak çok güç. Tabii birtakım nedenler var. Nurettin Bey oteli yıktırıyor,
ama öbür taraftan da su kaynaklarının etrafında gecekondulaşmaya göz yumarak,
ağaçların düşmanlığını yapıyor. Tabii o zaman da Çelik Bey haklı olarak da kendini
kaybediyor, bunun başka çaresi yok. Demek ki Türkiye'de bir yerde bir görgü
noksanlığı, bilgi noksanlığı, uzun boylu düşünememe noksanlığı dolayısıyla aynı
cephede olması gereken insanlar birbirleriyle ters düşüyorlar.
Çelik Gülersoy portresini tamamlayacak bir başka unsur: Çelik Bey
için Türk medeniyeti 18. ve 19.
yüzyıllardır, onun ötesinden haz etmez. Mesela Beyoğlu'nu
küçümsediğiniz zaman müthiş kızar. Bana göre Beyoğlu, yani Grand Rue de Pera,
bir Avrupa taşrası taklididir ve Avrupalılar da beğenmezler. Tabii bizim için önemli,
her şeye rağmen dışarıya açılan penceremiz her şeye rağmen, iyi ve kötü
taraflarıyla.
Ben Ankara'da oturuyorum ama İstanbul'da çocukluğumun geçtiği yerler
var ve o çocukluğumun geçtiği yer Suriçi. Maalesef, Suriçini içini bilmeyen
İstanbullular vardır. Burası Kovacılar Caddesi'dir burası, Süleymaniye ve
Vezneciler arasında bir zamanlar imparatorluk bürokrasisin ve ulemasının en
seçkinlerinin yaşadığı, konakların bulunduğu, hatta benim çocukluğumda
oturduğumda da İstanbul Türkçe'sinin en güzelinin konuşulduğu bölgedir. Ben
kendi hatıratımdan biliyorum, nedir onlar mesela: Çamaşırı "yıka”yor,
duvarı "yıkı”yor; "gelcak” Perşembe, "gelecek” değil. Bunun gibi
şeyler ve tabii "filbaki” gibi Arapça, Farsça bağlaçlar ve zamirler vardır
ki bunları hemen hemen okul görmemiş kadınlar bile kullanır. Suriçi İstanbul
buydu, sadece Beyoğlu demek değildi. Maalesef bizim toplumumuzun hafızası her
zaman bunun yarısını kavrar; yani bir zümresi buna âşık olur, bir zümre de sırf
öbürüne. İkisini bir araya getirmek çok zordur, ama bunu şurada çok açık bir
şekilde söylemek gerekir, bu ülkeyi, yani bu şehri sevmek için muhtelif
yönlerden bakmak gerekiyor.
Bu toplumun insanı bir yerlere açılınca, bir yerleri görünce bakıyor
ki bu şehir aslında bütün dünya. Çelik Bey'de de o bütün dünyasının,
Avrupa'sının bir aksi sedası vardı, onu seviyordu. Öbür tarafı da seviyordu ve burası
için uğraşıyordu. Bu çok önemli. Sabahın köründe kalkar, devamlı oradan oraya
koşar, devamlı her şeyi tenkit eder, devamlı her şeye bakar ve sizinle
buluştuğu zaman da arabasına alır. Oturup çay kahve içip konuşmazsınız; mutlaka
bir yerlere gider, siz de onunla yarım İstanbul turu yaparak konuşursunuz.
Şimdi böyle bir insan görünmüyor, kendisini tenkit edenler arasında da
görünmüyor.
Daha başka böyle insanlar ve tabii onların arasında da kendi
inadıyla, kendi doğrularıyla eğrileriyle çırpınanlar var ve bu insanları Çelik
Bey'le yan yana getirdiğiniz zaman, bir birbirleriyle anlaşamadıklarını
görüyorsunuz.
Demek ki ortak değerler, normlar teşekkül etmiyor; yani birisinde
bilim çok ağır basıyor, öbürü daha Türk kalıyor, biri de var ki hepsinden uzak.
Şunu unutmayın ki, çoğunuz farkında değilsiniz, Çarşamba'da o acayip kılıklarla
gezen birtakım fanatikler var, onlar da çevreyi korumak istiyorlar. Evlerinin
etrafını ahşapla çeviriyorlar kendilerince; fakat tabii o yöntemle hiçbir şeyin
korunamayacağı, hiçbir şeyin düzgün doğrultuda değiştirilemeyeceği çok açık,
ama böyle insanlar var, bunları bir araya getirmek lazım.
Şimdi biraz da kitaplarından söz etmek istiyorum. Çelik Gülersoy,
kitaplarını ihtiyaca binaen yazıyordu. O kitaplar hiçbir zaman tabii ki çok
ilmi bir kaynak olmayacak. Raflarda kalan birtakım kitapları kimseye okutamazsınız;
yani bol resimli, mizahlı bir kitap çıkaracaksınız. Hidivler üzerine on cilt
okumaz insanlar, bir cilt de okumaz. Ama mesela siz hidivleri o kitapla
seveceksiniz, temel sorular onunla kafanıza gelecek ve araştırmaya
çıkacaksınız. Bu kitaplar tenkit edildiğinde, ben de bir nevi savunmaya
geçiyorum bu yüzden;
bütün kitapları böyleydi. Bizim karşımızda medeniyet değiştirmeye
kendini adamış, âşık olmuş ve belki bunun yollarını da herkes gibi pek
bilemeyen biri var, ama bu birinin herkesten bir farkı var: 24 saatini buna
göre planlamış biri. Mühim olan 24 saatini buna göre planlamak, hayatını buna
göre planlamaktır, işini gücünü ona göre ayarlamaktır. Onun için ben çok az
görüşebilmekle birlikte kendisini severdim ve tabii birtakım kimselere karşı da
savunurdum her zaman. Ve tabii ki rahmetle, saygıyla anıyorum.
Çok teşekkürler.
Faruk Pekin: Çelik Bey daha sağlığında bir vakıf kurdu: Çelik
Gülersoy Vakfı. Bu vakfın üç kişilik bir mütevelli heyeti var. Bu üç kişiden
biri, Deniz Yalav, kitaplıktan sorumlu kişi konumunda. Ben geriye baktığımızda
bu kitaplığı son derece önemsiyorum, Çelik Gülersoy'dan geriye kalan en önemli
şey olabilir belki ve ciddi sorunları var. Belki Deniz Yalav bunlara biraz ışık
tutabilir. Kendisi son dönemini orada Çelik Gülersoy'la beraber geçirdi.
Deniz Yalav: Benim buradaki seçkin şahsiyetler arasındaki hikmet-i
vücudum kütüphanedir. 1988 yılında Çelik Gülersoy bütün koleksiyonunu Çelik
Gülersoy Vakfı'na bağlı İstanbul Kitaplığı'na vermiş, İstanbul Kitaplığı da
tasnif ve katalog çalışmasından sonra açılmıştır. Çelik Gülersoy'u, yine
kimseye bırakmadan kendisinin yapmayı tercih ettiği, biraz öznel bir tasnifle
gerçekleştirdiği kitaplığın katalog çalışmasını ben gerçekleştirdim. Söz konusu
olan, sistematik bir ayrıntılı konu kataloğudur. Kuşkusuz eksiklerimiz vardı.
Onlar da orada çalışan, çok yetenekli bir arkadaşın hafızası, kütüphaneye
hâkimiyeti sayesinde, yeni gelenlerin de kataloglanmasındaki geç kalınmışlığı
da bertaraf ederek çalışması sayesinde bugüne kadar gelmiştir.
Kataloglama çalışmalarının zayıflığına hoca yıllarca değinmiştir, her
yerde, Beyazıt'tan tutun başka
kütüphanelere kadar. Çelik Gülersoy'un ve bu vakfın gözbebeği
İstanbul Kitaplığı'dır. Şu anda kütüphanede çeşitli dillerde İstanbul'a dair
yazılmış on bini aşkın kitap vardır. Kısmen ya da tamamen İstanbul hakkında
yazılmış eserlerdir bunlar.
Bir tek yazma eser vardır bir fihristtir o da, gerisi 1630'lu
yıllardan başlamak üzere kimi bölümü de seçkin, nadide, ender kitap
diyebileceğimiz önemli kitaplardan oluşan bir kitaplıktır. Kapısını halkın her
kesimine 1990 yılının ocak ayında açmıştır. Kimi zaman iki- kimi zaman üç gün
olmak üzere yılda ortalama 130 gün açık kalmıştır. Çelik Bey karşıtlarınca, bir
dördüncü grup diyebileceğim çekemeyenler -ya da hocanın söylediği üçüncü grubun
içine de dahil edebiliriz- tarafından çok eleştirilmiştir bu iki-üç gün
meselesi. Çelik Gülersoy'un yanında, ondan feyz alarak yetişmiş ve kitaplıkta
hizmet etmiş bir insan olarak acımız büyükken, bir de öfkemiz çok büyüdü; çünkü
çok çeşitli çirkin söylentiler yayıldı ortaya. Onlara da kısaca değinmek isterim,
ama onların cevabı da bir kitapçıkla verilecektir; kitaplıktan bu güne dek
yararlanmış insanların izlenimleriyle ve onların ortaya koyduğu lisans,
doktora, yüksek lisans tezlerinin de teşekkür içeren bölümlerinin fotokopileriyle.
Benim hesabıma göre yılda ortalama 130 gün açık olan kütüphanemizi 13
yıl zarfında hemen hemen 11.400 kişi ziyaret etmiş, bu yılı saymıyorum.
Ortalama bir günde gelen okuyucu sayısı 6 kişidir, indirilmiş kitap sayısı 40
adettir günde. Benim konuştuğum birtakım kütüphanecilik profesörleri bunun pek
de küçümsenecek bir rakam olmadığı kanısındadırlar. Yabana atılmayacak bir
rakamdır ve bugüne dek bizim kütüphanemizden yararlanmış olanlar arasında
hiçbir ayrım gözetilmemiştir. Bunu küçümseyenler, başından beri, Çelik Gülersoy'un
bu kütüphaneyi egosunu tatmin için, servetini teşhir için açtığını
söylemişlerdir. Maalesef bu söylentiler var, keşke herkes egosunu böyle tatmin
etse dünyaya bir armağan bırakarak, huzur içinde, küskün de olsa çekip gitse.
Burası bir ihtisas kütüphanesidir, kitaplar İstanbul'la ilişkilidir,
ama İstanbul tabii -hocanın her yazısında belirttiği gibi- çok ilginçtir, her
katmanı renk renktir. Dünya tarihi İstanbul tarihi bilmeden yazılmaz. Zaten Çelik
Gülersoy'un İstanbul Kitaplığı'nı kurmaktaki amacı da buydu. "İsterim ki”
derdi, "bu kütüphane de bu bilinci kazanacak kuşakların yetişmesinde bir
nebze yararlı olsun”. Çünkü biliyordu ki "ben İstanbulluyum” demekle
İstanbullu olunmaz. İstanbullu olmak ancak, kendini İstanbul'un tarihsel
kimliğinin bir parçası hissetmekle olur. İnsanın kendini böyle bir dünya
metropolünün, iki imparatorluğun başkentinin, payitahtının, tarihsel kimliğinin
bir parçası hissetmesi ağır bir mesuliyet içerir. Çelik Bey de bunun
yapılmasını istiyordu, bunu istiyordu. Bir ölçüde başardı.
Kütüphane işlevini yerine getirmiş midir? Okumaktan, hatta yazmaktan
da pek hoşlanmayan toplumsal bir yapımız var. Bunun tabi kuşkusuz irdelenmesi
gereken toplumsal sebepleri kuşkusuz vardır, ama şu bir gerçek ki sözlü
kültürden yazılı kültüre biraz geç geçmiş insanlarız. Onun da bir parça etkisi
vardır. Şifahi kültüre çok daha yakınızdır, yalnız kalıp, -yalnız kalmaktan da
bahseder hoca, "kitap okuyan adam yalnız kalmayı sevendir” der- kitap
okumak yerine birini dinlemeyi tercih ederiz, bir cemaat duygusu hâlâ var.
Çok ilginçtir İstanbul Kitaplığı. İstanbul Kitaplığı'nı oluşturan
kitaplar, daha içinde yer alacakları yapıya
kavuşmadan o yapının yer aldığı sokağı kurtarabilmişlerdir; yani
şehrin belleği işlevini tam anlamıyla yerine getirebilmişlerdir. Birtakım
zevatın Soğukçeşme Sokağı'na karşı çıkışlarında söyledikleri, sarayın önündeki gecekonduların
turistik amaçlarla ihya edileceği, buna müsaade edilmemesi gerektiğiydi. Hiçbir
tarih bilgisinden nasibini almamış bu insanlar, burasının olsa olsa 1856'dan
sonra -onunla da Dolmabahçe'nin kuruluş, açılış tarihini kastederler- hanedanın
oraya tamamen yerleşmesinden sonra o boşlukta yapılan gecekondular olduğunu
iddia ediyorlardı. Ama Çelik Bey'in elinde iki albüm vardı bunun aksini
savunurken.
Abdülmecit'in bir sürü denemeden sonra emin olup davet edip
Ayasofya'yı tamir ettirdiği Fossati vardır.
1841'de Ayasofya'nın restorasyonunu üstlenmiş, üstlendiği sırada da
minarelerden birtakım resimler, desenler çizip gravürlerini yaptırmıştır. Yine
Abdülmecit'in finanse etmesiyle, mali desteğiyle 1852'de basılan o albümde,
Soğukçeşme Sokağı görülmektedir. Surlara biraz aralıklı, kimi bitişik o güzel
iki-üç katlı evler bütün o eski Osmanlı sivil mimarisi örneği teşkil edecek
şekilde sıralanmışlardır. Ondan daha da eskisi vardır: 1836 tarihli Louis.
1835-36 yıllarını İstanbul'da geçiren bu İngiliz, resim yapmış, onları gravüre
dönüştürmüştür - yanılmıyorsam ya taş baskı ya ahşap baskıdır-; yine aynı sokak
söz konusudur, evler görülmektedir.
İkinci bir cehaletleri şudur, hanedanın 1856'dan sonra Topkapı
Sarayı'nı terk ettiğini zannederler. Oysa II. Mahmut tahta geçtikten hemen
sonra Beşiktaş sahil saraylarında ikamet etmeye başlamış, haremini
kurmuştur; yani hanedan orayı 19. yüzyılın başından itibaren oturmak
için seçmiştir. Beşiktaş sahil sarayları vardır, bu kişiler Çelik Bey'in
Dolmabahçe kitabına bir göz atmayı akıl etmedikleri için, Dolmabahçe'nin yerinde
bulunan o Beşiktaş sahil sarayları dizisini hayatlarında görmemişlerdir. Sizi
temin ederim ki, o Beşiktaş sahil saraylarını, özellikle Çinili Saray'ı çok
sayıda sanat tarihi mezunu arkadaş bile bizim kütüphanemizde görmüştür.
Kütüphanenin tanınmamasıyla da eleştiriliyoruz. Bu kadar reklamı
yapılan bir kütüphane herhalde olmamıştır; ayrıca kütüphane pazarlanmaz ki...
Geçenlerde bir rehber arkadaşa rastladım, Balat'la Fener hakkında kitap
yazıyormuş davet ettim, "Buyurun” dedim, "belki kaynak bir
şeyler eksiktir”. "Nereye” dedi? "İstanbul
Kitaplığı'na.” "Orası neresi?” diye sordu. Rehber
Sultanahmet'ten geçiyor ve kütüphaneyi bilmiyor. Bu
sosyolojik bir olgudur ve çok gerçektir: Okumayan bir toplumuz,
okumaktan hoşlanmıyoruz.
Faruk Pekin: Şu an kitaplığın sorunları nelerdir?
Deniz Yalav: Kitaplığın korunması konusu çok önemli. Biz vakıf
olarak, elektrik tesisatını, kalorifer tesisatını gözden geçirdik, ama mesela
meslek odaları bağışta bulunup, kendileri inceleyip bir rapor da
hazırlayabilirler.
Bunu da söylemek herhalde bize düşmez, çünkü bir müessese olarak
vakıf bağışa açıktır, ama bağış çağrısı da pek hoş değil. Katalog geliştirilmektedir.
Bize kuşkusuz birkaç monitör gereklidir. Vakıf olarak ya da TURİNG'deki,
vakıfla gerçekten samimiyetle ilgilenen arkadaşlar arasındaki fikir birliği şu:
Bize yapılacak en büyük yardımlardan biri, Çelik Gülersoy'un depolarımızdaki
kitap stokunun eritilmesi. Vakıf yayınları, TURİNG'den çıkanlar hariç, sadece
İstanbul Kitapları yayınları arasında çıkanların TL olarak değeri bir buçuk trilyona
yakın. Bu kitaplar kimi firmalarca satın alınabilir, kütüphanelere
gönderilebilir, okullara bağışlanabilir, İstanbul ile ilgili günlerde alınır,
dağıtılır hediye olarak. Bu bir bilgi verme hizmetidir; kitaplar dolaşıma
girer, okunur, elden geçirilir, eksikleri varsa giderilir
Faruk Pekin: İstanbul Kitaplığı bir kentin belleği, hepinize
önenirim. Tabii ki yangın ciddi bir sorun böyle güzel ahşap bir yapı için.
Aşağıdan yukarıya bir önlem gerekiyor. Bu bir özel kitaplık, dolayısıyla özel
ilgi gerektiren bir kitaplık, aynı zamanda, Çelik Bey'in adını belki en çok
yaşatacak olan da bu kitaplık.
Çelik Gülersoy, unutulması biraz güç bir insan. Ben mimarım demedi,
ben tarihçiyim iddiası da olmadı, ama ilginçtir, hukuk mezunudur ve ilk yazdığı
yazılar turizm üzerinedir. İlber Hoca'nın dediği gibi, yüreği 24 saat bu kent
için çarpıyordu. Bu çok önemli: Yüreği pırpır eden bir insan, 24 saat bu kent
için bu yürek çarpıyor.
Çelik Bey bu İstanbul yapısı içerisinde kendisini her durumda
sürdürecek; unutmak bir hayli zor, çünkü o meydanda, meydanlarda, dolayısıyla
yalnızca kitaplarla değil ortada olan eserlerle beraber gündemde olacak.
Sarıyer'de ya da Çengelköy'de bir çeşme size ondan birtakım anılar
taşıyacak. Safranbolu Asmazlar Konağı ondan bazı izler taşıyacak.
Son anına kadar çalıştı ve bilhassa şu an başbakan olan kişinin
belediye başkanıyken ona olan saldırısını hiçbir zaman unutmadı. Ama önemli
olan, almadan verdiği kente bu boyutlarda sahip çıkabilmesiydi.
Çelik Gülersoy hakkında konuştuk; hem de eksikliğiyle fazlasıyla
konuşmaya çalıştık, çünkü gerçek dost böyle yapar açıkçası. Onun kişiliğinde
belki bir dönemin ya da bir dönem içerisinde onun kişiliği etrafında diğer olayları
bir gözden geçirmeye çalıştık. Hem İlber Ortaylı'ya hem Deniz Yalav'a teşekkür
ediyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder