Mengi, Ruhat: “Bir laubalilik içindeyiz ki...” [Yazarlar]

 

Mengi, Ruhat: “Bir laubalilik içindeyiz ki...”. Vatan, 09.07.2003.






http://www.gazetevatan.com/ruhat-mengi-11556-yazar-yazisi-bir-laubalilik-icindeyiz-ki---/

Bir laubalilik içindeyiz ki...

Sizde de aynı his var mı? Ben kendimi sahipsiz, yönetimsiz, başıboş bir ülkede yaşıyor gibi hissediyorum. Aslında bu duygu sadece mevcut yönetimle ilgili değil

Sizde de aynı his var mı? Ben kendimi sahipsiz, yönetimsiz, başıboş bir ülkede yaşıyor gibi hissediyorum. Aslında bu duygu sadece mevcut yönetimle ilgili değil. Daha önceleri de kendi derdine düşmüş, günlerini siyasi kavgalar içinde geçiren, başbakanla cumhurbaşkanının konuşmadığı, ne içte ne dışta gerekenleri yapamayan aciz hükümetler döneminde aynı duyguya kapıldığım olmuştur. Bu dönemde zirveye çıktı moral bozukluğu ve "başıboş ülke" duygusu o kadar.

Zirveye çıktı çünkü hiçbir şeyden haberleri yok. Önceden hiç değilse bilen, anlayan birileri vardı arada bir batıyor, bir çıkıyorduk. Şimdi dibe doğru hızla batışa geçtik, çünkü hiçkimse hiçbir şeyden anlamıyor.

Günübirlik yaşıyor, yuvarlanıp gidiyoruz. Çok çok ciddi sorunları var ülkenin çözüm bekleyen... Vatandaşların hepsinin yüzü asık, gözleri endişe dolu. Son günlerde gençlerden en çok duyduğum sözlerden biri "Çocuğum olsun istemiyorum. Bu ülkeye çocuk yapmak delilik..." Ümitsizliğin boyutunu bundan güzel anlatacak söz olur mu?

Bütün bu yönetim eksikliğine ve bunun içte ve dışta yarattığı büyük sorunlara rağmen bakıyorsunuz Tayyip Erdoğan çok mutlu gülüyor. Abdullah Gül mantı tabağının başında keyifle poz veriyor. Muhalefet Partisi Başkanı kafasına Nasrettin Hoca'nın kavuğunu geçirmiş eğleniyor. Toptan bir geçici körlük mü söz konusudur yoksa hâlâ milletle dalga mı geçiyorlar? Espri anlayışlarının oluşuna itirazım yok ama bu zamanlama doğru mudur yani?

 

Başbakan'la Cumhurbaşkanı yine kavgalı. Sanki koca bir ülkenin zirvesinde değil de kendi özel alanlarındalar. Keyfi bir kararmış gibi haftalık görüşmeler bile yapılamıyor.

Dış politikada zafiyet ve yanlış kararlar sonucu Irak'ın, İran'ın durumuna düşüyor, savaşın eşiğine geliyoruz.

Birinci derece doğal SİT alanlarına, ormanlara göz dikilmiş, mutlaka imara açılacak. Ülkenin korunması başarılabilmiş kültür ve tabiat varlıkları, elde kalmış tek tuk orman arazileri birilerinin mülkü yapılacak. Eh, Maliye Bakanı'nın Hazine'ye ait 52 dönüm orman arazisi satın aldığı ve hakkında yıkım kararı bulunan kaçak villada oturduğu bir hükümetin bu kararlarına şaşmamak gerekiyor. (Düşünün inşaat 4 kez mühürleniyor, 4 kez mühür sökülerek devam ediliyor. Ve bu bey bakan oluyor.)

Türk Ceza Kanunu'nun acele olarak değiştirilmesi, tecavüze veya cinayete indirim sağlayan ve sürekli olarak kadınların mağdur -ve çoğu kez maktul- olmasına neden olan maddelerin değişmesi lâzım. Medeni Kanun 17 milyon kadın vatandaşı mağdur etmiş durumda bir köşeye atılmış duruyor. Bakanlardan "tık" yok.

YÖK Yasası diye Atatürkçü anlayışı üniversitelerden tümüyle temizleyip yerine kendi anlayışlarını getiriyor, 'Meslek liselerinin ÖSS'deki haksızlığını kaldırıyoruz' diye İmam Hatiplilere üniversite yolunu açıyorlar. Çok yakında bu gelişmelerle türban konusunu en büyük sorun olarak milletin karşısına dikecekler. Fransa bile bu sorunla uğraşıyorsa Türkiye'de ne olacağını düşünün.

Ve lütfen silkelenerek kendinize gelin. Bugün uyumayı yeğleyenler yarın uyandıklarında çok geç olacak. Yukarda birkaçını saydığım ciddi gelişmelere gözünü kapatarak köşesine çekilenler ve SUSANLAR yarın o köşeyi de bulamayabilirler. Bıyıklılar kabinesi içerde çok hızlı yol alıyor. Benden hatırlatması!

Onu belki de zamanında kaybettik

Ölen insanların arkasından hep erken gittiği, daha çok şey yapacağı filân söylenir. Elbette bu sözü en çok hak edenlerden biriydi Çelik Gülersoy. Gerçi 73 yaşındaydı ama diyelim ki 83'üne kadar yaşayabilse o on yıla bir ömre yetecek ve bir başkasının belki bîr ömürde de yapamayacağı kadar çok sayıda yararlı faaliyet ve eser sığdırabilirdi. Evet, o özel -çok özel- insanlardan biriydi, buna rağmen ben erken gittiğini söylemeyeceğim. Ülkesine ve özellikle İstanbul'a bu kadar aşık, tarihi, kültürü, doğayı korumaya bu kadar kendini adamış ve başaramadığında üzüntüsünden hastalanan bir adamın kalbi bugünden sonra göreceklerine zaten dayanamazdı.

Gazetecilik yaşamını süresince birçok kez Çelik Gülersoy'un önüne dikilen engelleri, onun bu engelleri tek tek aşarak her seferinde İstanbul'a yeni bir eser kazandırışını, onardığı köşkleri, Büyükada Kültür Evi'ni, müzeleri, kitaplıkları yazdım. Her seferinde mutlaka telefon eder, konuşur, anlatır, teşekkürlerini bildirirdi. Ve arkadan ya güzelleştirdiği eserlerin fotoğrafları postalanırdı ya da kitapları.

Türkiye onu kendisine kültür miraslarını koruma ödülleri veren Avrupa kadar değerlendirebildi mi, hiç sanmıyorum. O hep çalıştı ama kırgın, üzgün ve mutsuz çalıştı. Kendi insanları, bırakın onca harabeyi tarihi birer sanat eserine çeviren bu yetenekli ve akıllı adamı takdir etmeyi, önüne sürekli yeni engeller koydular.

Eğer yaşasaydı İstanbul'un UNESCO Dünya Kültür Mirasları listesinden çıkarılmak istenmesi (ve bu ilgisizlikle belki de çıkarılması), ormanlarımızın ve birinci derece SİT alanlarının satılması, TEMA ile Hayrettin Karaca'nın da tüm gayretlerine rağmen İstanbul ve Türkiye'nin giderek çöle dönüşmesi (inanmayanlar uçaktan İstanbul'a baksınlar), tarihi köşklerimizin Sait Halim Paşa Yalısı gibi (içindeki eserlerle birlikte!!) bir bir yanıp gitmesi onu her gün öldürecekti. Ve her gün ölmektense bir kez ölmek daha iyidir.

 

Çelik Gülersoy, yaptıklarını takdir edenler için yaşamaya devam edecek, ismi kurtardığı her eserle birlikte sonsuza kadar yaşayacak.

Kendisinden sonrakiler o eserleri orman arazileri ve SİT alanlarının akıbetinden korumayı başarabilirlerse tabiî!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Çelik Gülersoy’un Vefatından sonra hakkında yayınlananlar (6.7.2003 - )

Köpüklü, Mehmet: “Çelik Gülersoy'un mirası mahkemelik”.