“Çelik Gülersoy'u Anarken...”. Cumhuriyet, 16 Temmuz 2009
“Çelik Gülersoy'u Anarken...”. Cumhuriyet, 16 Temmuz 2009
Yaşamı boyunca
İstanbul’u güzelleştirmek, bu eşsiz kentimizin binlerce yıllık mirasını korumak
için insanüstü çaba harcayan, “Kalpaksız Kuvvacı”, bilge insan Çelik Gülersoy’u
yitireli altı yıl oldu. 6 Temmuz 2003 tarihi İstanbulluların ve İstanbul’a
gönül verenlerin acılı günüdür.
“Gri renk
İstanbul’a hiç yakışmıyor” demişti bir söyleşimizde. Ne çok çaba harcamıştı bu
güzel kentimizi gri renkten kurtarmak için. Onun önerilerine, yazdıklarına ne
acıdır ki kimse kulak asmadı. Toplumumuza yeni bir yaşam biçimini yerleştirmeye
çalışan kimi çevreler, vurguncular, kolay para kazanma yolunu seçenler onun
girişimlerini engellemek için her türlü çabayı harcadılar.
Çelik Gülersoy,
İstanbul’un dört tablodan oluştuğunu yazar. Birinci tablo: Roma ve Bizans,
ikinci tablo: Osmanlı, üçüncü tablo: Cumhuriyet, son tabloyu ise “ortada”
tanımlarken tarihi yapıları yağmalanan, doğası acımasızca yok edilen bu
kentimizin yavaş yavaş elden gittiğinden yakınır.
İstanbul’un en
eski semtlerinden biri olan Beyoğlu’nun saymakla bitmeyen çekiciliği, gece
gündüz sürüp giden renk dolu yaşamı Çelik Gülersoy gibi beni de her dönemde
etkilemiştir. Çelik Gülersoy bir söyleşimizde Beyoğlu’nu şöyle anlatmıştı:
“En sevdiğim
şeylerden biri, tenha bir pazar günü Beyoğlu yamacının Tophane’ye indiği
meydancıkta bulunmak ve çevreyi teneffüs etmektir. Venedik Sarayı, İtalyan
Okulu karşılarında yine öyle bir yapı ve arkada Fransız Mahkemesi’nin yüzü
fiyonk- lu, kurdeleli biblo yapısı. Bozulmadan önce bu şehrin ne kadar zengin
olduğunu anlamayanlar oraya gitsin. Biraz Roma, biraz Paris. Ama İstanbul’da. O
kadar İstanbul ki az ötede Karabaş Camii, selvileri ve basit, sevimli yapısıyla
yukarıda belki biraz üşümüş olan ruhumuzu, üstüne nane ufalanmış bir köy
çorbası gibi ısıtır.”
Beyoğlu’nda ve
İstanbul’da her şey yerli yerinde kalsaydı, bu eşsiz kent günümüzde farklı bir
görünüm kazanırdı. Değişim yalnız Beyoğlu’nda değil İstanbul’da da sürüp
gidiyor. İstanbullu dostlar da bu baş döndürücü değişimi seyretmekle
yetiniyorlar.
Çelik Gülersoy
2009 yılının İstanbul’unu iyi ki görmedi. İstanbul’un günümüzde yankesicilerin,
hırsızların, dini pazarlayanların ve kapkaççıların cenneti olduğunu görseydi
çok üzülürdü.
Yalnız
İstanbul’un değil ülkesinin de sorunlarını kendisine dert edinen Gülersoy’un
gönülden bağlandığı Mustafa Kemal için söylediği şu sözlerini nasıl
unutabiliriz?
“En ileri
toplumların ve ülkelerin bile, ancak birkaç yüzyıl sonunda başarabildikleri bir
düzeni Atatürk, olağanüstü iradesi ile, Türkiye’ye birkaç yılın içinde sundu.
Hangi ülkede, kanlı bir savaşın hemen ardından, ateşten çıkmış bir komutan, her
biri bir barış, sanat ve güzellik bahçesi olan müziğin, tiyatronun, operanın,
perdelerini açabilmiştir?”
Kemalizm için de
şöyle demişti: “Bu bir ekol değil, bir yoldur, bir sentezdir. Bak, ona gönülden
bağlıyım. Çünkü ben o mutlu dönemi yaşadım, gördüm.”
Çelik Gülersoy,
her dönemde “gelene ağam, gidene paşam” diyen, “keyifli ve tatlı” yaşam sürmeye
alışmış kimi sorumsuzlara da şöyle seslenmişti:
“En garibi, bu
yola düşenlerin çoğunun, dünkü sosyalistler oluşu. Yeni dünyaları için, dünkü
Cumhuriyeti her şeyi ile kemirmeleri gerekiyor. Yaptıkları bu.”
İstanbul’dan bana
yazdığı 3 Nisan 2000 tarihli mektubunda şöyle demişti:
“Bendeniz
Cidde’ye gelemeyeceğime göre, İstanbul’da tekrar görüşebilmek umuduyla saygılar
ve sevgiler sunarım. Tabii daha iyi bir randevu yeri Seine kıyısı olabilir!”
Değerli dostum
Çelik Gülersoy’u saygıyla anıyorum.”.
https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/celik-gulersoyu-anarken-74124
Yorumlar
Yorum Gönder