Cemal Süreya çevirisiyle Eski İstanbul Eski Evler. Habertütk. 28.4.2018.
Cemal Süreya çevirisiyle Eski İstanbul Eski Evler. Habertütk.
28.4.2018.
Sefahat
ve zenginlikle başladığı hayatını elem ve kederle bitiren bir eski
İstanbullunun kaleminden sokak sokak, bina bina, aile aile eski Beyoğlu’nu
okuyoruz. Özellikle de ticaret burjuvazisini oluşturan Levantenlerin dünyasını.
Hem de Cemal Süreya’nın çevirisiyle, hem de Çelik Gülersoy’un müthiş portre
yazısıyla...
28
Nisan 2018 Cumartesi, 00:25:05
“Beyoğlu’nda ilk büyük dönüşüm Levantenlerin
yani ticareti elinde tutan Müslüman olmayan azınlıkların birer birer gitmesiyle
yaşandı. Yapılar da insanlar da kültür de birlikte dönüştü. İşte bu dönüşümden
öncesini, 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başında Beyoğlu’nun sosyal topografyasını
hem de hiç alışık olmadığımız, bir daha da rastlamadığımız biçimde anlatıyor
Said Naum Duhanî. Kitap ilk kez 1947 yılında saman kâğıdına ve resimsiz şekilde
Fransızca basıldı. Türkçe ilk basımı ise Çelik Gülersoy yönetimindeki Türkiye
Turing ve Otomobil Kurumu tarafından 1982’de gerçekleştirildi. Bu yeni baskı,
Cemal Süreya’nın çevirisiyle yapılan 1982 baskısının elden geçirilmiş hali.
TERSİNE
DÖNEN HAYAT
Kürşad
Oğuz'un HT Cumartesi'de yer alan yazısına göre, aslında yazarın yaşamı,
anlattığı Beyoğlu kadar ilginç ve gizem dolu. Gençliğini yanında geçirmiş, uzun
yıllar onunla çalışmış Çelik Gülersoy’un kaleminden öğreniyoruz bunu. Duhanî
Ailesi Suriye ve Lübnan kökenli bir Hıristiyan cemaatine mensuptur. Said Bey,
babası Naum Paşa Osmanlı’nın Lübnan Mutasarrıfı iken Beyrut’un ünlü Beyteddin
Sarayı’nda doğar, gençliğini de babası sefir iken kentin en parıltılı
döneminde, I. Dünya Savaşı öncesine kadar Paris’te geçirir; gece kulüplerinde,
otellerde, tiyatrolarda, ünlü artistlerle... Babası öldüğünde para suyunu
çeker, bir Fransız sahne sanatçısıyla evlenip İstanbul’a yerleşir: Beyoğlu
Parmakkapı’da St. Pulcherie Fransız Okulu’nun karşısındaki dar ve uzun “Naoum
Pacha” apartmanına. Yetişkin oğullarıyla 1920 ve 30’ların Beyoğlu’sunda yine de
müreffeh bir hayat yaşamaktadırlar. Gözü monokllu, siyah elbiseli, yelekli,
kolalı yakalı Said Bey o zamanki adıyla Turing Kulüp’te direktörlük yapmakta,
Fransızca mektupları dikte etmektedir. Akşamları da eşiyle Tokatlıyan’a,
Lebon’a, tiyatroya uzanırlar. “Her şey yolunda giderken hayat rüzgârı birden
tersine döner” diyor Gülersoy: “Gepegenç oğulları, monden ve ciddi, parlak
istikballi Sadi, şimdi iyi bilemiyorum, ya bir aşk meselesinden ya okul ve
imtihan başarısızlığından canına kıyar.”
Yıl
1932 ya da 33’tür. SaidNaum Duhanî’nin dünyası başına yıkılır. Madam valizini
kapıp Paris sahne hayatına döner, Said Bey kendini hücre cezasına mahkûm edip
3-5 metrekarelik bir tavan arasına kapanır. Yaklaşık 40 yıl orada yaşar. Aynı
rutinle süren günlerinde Beyoğlu’nu baştan başa neredeyse şuursuzca yürür. O
arada 2 kitap yazar. Biri bu, diğeri de evlerden çok yaşamı, eski kişileri
anlattığı “Beyoğlu’nun Adı Pera iken”.
3
GÜZERGÂHTAN
Said
Naum-Duhanî, Beyoğlu’nda yürürken görmediğini sandığımız sokakları, binaları,
yaşamları bizi de yanında yürüterek en canlı haliyle anlatıyor. Bunun için de 3
güzergâh çiziyor: 1) Tepebaşı yoluyla: Altıncı Daire - Galatasaray 2) İstiklâl
Caddesi yoluyla: Tünel Meydanı - Galatasaray 3) Galatasaray - Taksim Meydanı -
Ayazpaşa. Onunla yürürken sadece dönemin mimarisini gösteren taş binalara
bakmıyoruz. Balkonlardan, pencerelerden evlere sızı- yor, başka başka
hayatlara, bambaşka bir tarihe tanıklık ediyoruz.
Not:
Keşke kitap fotoğrafları da gösterecek daha iyi bir baskıyla yapılsa, keşke
Gülersoy’un yazdığı portrede Said Bey ve oğlu Sadi’nin adı karışmasa ve keşke
27. sayfada antlaşma tarihi 3 Mart 1978 değil 1878 olsaydı.
KİTAPTAN...
“Woods
Paşa’nın eski evinin hemen hemen tam karşısından Gazete Sokak’a giriyoruz. Bu
küçük sokakta iki yetenekli müzisyen, Kompozitör Furlani, daha sonra da Saray
Musiki Topluluğu’nun piyanisti Dussap Paşa aynı evde oturmuşlardır... Yine
Gazete Sokak’ta, Avrupa ve Amerikan firmalarının temsilcisi, silah vb.
ticaretiyle uğraşan M. Joseph Nikiti’nin evi vardı. Bugün bu yapı apartman
haline dönüşmüş bulunuyor. Sultanın özel gereksinimlerini karşılayan M. Nikiti
rahmetli Abdülhamid’e birçok ‘Smith ve Wesson’ revolver modeli sağlama olanağı
bulmuştur. Tanrı’nın izniyle büyük nişancı olan devrik hükümdar, bir nişan
tahtası üstüne attığı kurşunlarla, Arap harfleriyle kendi adını yazabiliyordu.”
“Ağa
Camii’nden sonra Rumeli Han gelir. Günümüzde Kemal Saraçoğlu tarafından
yönetilen Rebul Eczanesi’nin başlangıçtaki adı Paris Eczanesi’ydi. Geniş hanın
alt katında bulunmakta ve kat alanının dörtte birini işgal etmektedir. Ana
caddeden girişte sol tarafta kalan bölüm eskiden muhallebici dükkânıydı. Buraya
doğrudan pasaja açılan bir kapıdan giriliyordu. Üçlü bir cinayete karışmış bir
adam bu muhallebicide öldürülmüştür. Taksim Sokağı 14 Numara’da bulunan
evlerinde Bayan Kamelya, annesi Despina ve aşçıları Kirkor bu cinayetin kurbanı
olmuşlardır. Hanımların köpeği de katil hançerden kurtulamamıştır.”
‘İSTANBUL'DA
AŞK DA DÖNÜŞÜMDEN PAYINI ALDI’
Atilla
Birkiye “Melankolik Fırtına”da İstanbul’un ve aşkın hallerine dair yazdı.
“İstanbul’da aşkın” hallerine dair veya. Kendinizden çok şey bulabileceğiniz bu
anlatılar üzerine sordum ben de ona.
Bana,
aşktan yok olan bir insanı, aşksızlıktan yok olan bir şehri anlatıyor gibi
geldi kitap...
Bir
bakıma öyle, bu şekilde de özetlenebilir; bu tanım ve bu tanımın çevresinde
genişliyor kitap... Ancak anlatının sonuna doğru saptadığınız durum değişiyor
da şehrinki değişmiyor!
“İstanbul
aşkın şehridir hem de aşkın en geniş karşılığıyla...” Belki de artık aşkın
şehri değildir İstanbul. Bu özdeşlik tükenmedi mi?
Tükenmiş
gibi görünüyor; aslında bana da öyle geliyor. Ancak bellek nasıl bazı anları
saklıyorsa doğal olarak bazı duyguları da saklıyor. Yine her şeye karşın şehir
de bazı mekânlarını, semtlerini, sokaklarını saklıyor yani anaç hali bazı
yerlerde şimdilik sürüyor. İşte ne kaldıysa o kalan, özlem duyulan o şehirden
ve duygusundan...
Veya
dönüşen, bozulan İstanbul’la birlikte aşklar da dönüşüyor, bozulmuyor mu?
Bu
ilk bakışta çaresizmiş gibi. Dönüşüm, değişim zamanla da ilgili. Bambaşka bir
zamana geldik, 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra inanılmaz bir hız var. Bu
daha çok teknolojik, dijital vb. dönüşüm, değişim. İster istemez İstanbul da
aşk da bundan payını alacak. Bu pay İstanbul için de aşk için de olumsuz. Her
dönüşüm, değişim bir “ilerleme” olamıyor. En kötüsü estetiğini yitiriyor.
Aşk
mı İstanbul’u besliyordu, İstanbul mu aşkı?
Edebiyatımıza
baktığımızda, genel olarak diyebiliriz ki ikisi iç içe geçmiş. Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın Huzur romanındaki Nuran ile Mümtaz’ın ilişkisi, aşkı böyledir.
Belki benim için de gerçek hayatta bu böyleydi. Ne var ki hayata bakışınızla
ilgili bir mesele aynı zamanda... Başkaları için böyle olmayabilir. Öte yandan
İstanbul’dan nefret eden yazarşairler de vardır. İstanbul’u ele geçirmeye
çalışan göçmenler ya da nimetlerinden yararlanmayı umut eden göçmenler de.
Günde 10 saat çalışan bir emekçi için bu kadar büyülü olmuyordu kuşkusuz
İstanbul. Tüm bunlara rağmen, son yıllardaki kaos, gençliğimde özlediğim
İstanbul’da ve öncesinde yoktu.
“İstanbul
elimizden gidiyor” diyor kitapta. Biz kimiz?
Kuşkusuz
kimileri için gitmiyordur. O yere tükürmeyen, çöpünü atmayan, onlarca kat
dikmeyen, kaçak inşaat yapmayan, yeşili seven, Sinan’ın eserlerine sahip çıkan,
örneğin Şemsi Paşa Camii’ni koruyan, Kılıç Ali Paşa Camii’nin en azından
estetiğinin peşine düşen, Süleymaniye’nin görkemini anlamaya çalışan, bu tür
anıtların etrafını binalarla çevreleyen değil de büyük yeşil alanlar bırakan;
Pierre Loti’sinden Aşiyan’a kadar şehrin eski, o kendisinin olan siluetini
benimseyen, koruyan vb. İşte onlar bu “biz”. Çocukken bize de selam veren,
hatırımızı soran mahalle sakini büyüklerimiz de kış günlerinde sobanın
üstündeki kestaneli yaşam biçimi de ayrı...
“Beyoğlu
yüz yıldan fazla modernleşmenin kalbi, ya şimdi, modernleşme de Beyoğlu da
nereye gidiyor?” Ben sorayım?
Hiçbir
öngörüm yok. Kendi adıma memnun değilim. Kalabalık ayrı bir tartışma konusu;
tabii ki herkesin “yaşama hakkı” eşit olmalı ama kalabalık da her zaman bir
güruh değil. Şimdiki Beyoğlu’nda kalabalık değil güruh var. Ayrıca temiz olmak,
özenli olmak da her zaman parayla karşılık bulmamalı. Çok pahalı olunca her
kesimden insan oraya gelemez. Eskiden de ucuz bir yer değildi belki ama
sınıfsal fark bu kadar açılmamıştı. (Sanırım arka sokaklar o eski semtin hâlâ
parçası.) Öte yandan sorunumuz da işte bu; modernleşme ya da modernleşememe.
Beyoğlu her zaman bu meselenin odak noktasıydı. Bazen yalnızca görünüşteydi.
Önceki görünümleri, örneğin yüz yıllık bir süreç için, 2000’li yıllara kadar
diyelim, bir olumlanmaysa; şimdi bir olumsuzlanma.
BU
HAFTA NE OKUSAK?
Türk
reklamcılığının ilklerini, tarihini, ustalarını geçmiş reklamlardan örneklerle
anlatıyor Ender Merter. Sektördeki 35 yıllık tecrübesiyle, çıraklara yol
göstermek için... “Ayak Seslerimiz”de ise Mısır’dan İsrail’e göç etmiş bir
Yahudi ailenin yaşadıkları var.”
https://www.haberturk.com/bir-dram-ve-19-yuzyil-beyoglu-su-1938795
Yorumlar
Yorum Gönder