Çetin Altan Kasımın son pazarında Rumeli Feneri ayazda... 01 Aralık 2011
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Çetin Altan
Yıllar yıllar önceydi, bendenizden 3 yıl daha sonra doğmuş rahmetli Çelik Gülersoy’la Yıldız Parkı’nda dolaşıyorduk.
Konuştuğumuz konu, parklarda, korularda, ormanlarda ağaçlardaki değişik yeşillikler senfonisini İNSAN’ın, kaç yaşından sonra görmeye başladığıydı.
* * *
Geçtiğimiz pazar günü, kasım ayının son pazarıydı.
“Bolahenk” sokağın başındaki apartmanın 5’inci katındaki ufarak daireden dışarıya; sarımtırak, kırmızımtırak, yeşilimtırak yapraklarını yerlere de dökmekte olan çınar ağaçlarında takılı kalıyor gibiydi gözlerim.
* * *
Nat King Cole’ün de İngilizcesini sık tekrarladığı, Yves Montand’nın -sözleri Jacques Prevert’e ait- ünlü şarkısı geçiyor gibiydi içimden:
Kuzey rüzgârının alıp
Unutulmuşluğun gecesine taşıdığı
Tırmıkla toplanmış ölü yapraklar;
Hatıralar ve pişmanlıklar da...
Görüyorsun unutmamışım
Bana söylediğin şarkıyı
O zamanlar hayat daha güzeldi,
Güneş de daha parlak...
Sen ki beni severdin,
Ben ki seni severdim.
Ama hayat usulca
Ayırır sevişenleri...
Ve deniz siler kumsalda,
Ayrılmış aşıkların ayak izlerini...
* * *
Kasımın son pazarı... Çınar ağaçlarından yerlere dökülen sarımtırak, kırmızımtırak, yeşilimtırak yapraklar...
* * *
Solmaz’ın kardeşi sevgili Şafak Barış ile eşi Yük. Müh. sevgili Doğan Barış; geçtiğimiz pazar sabahı bizi, Nişantaşı’ndaki bir “sabah kahvaltısı lokantası”na götüreceklerini söylemişlerdi.
* * *
Bu yaşıma dek, “bir sabah kahvaltısı lokantası”na hiç gitmemiştim.
Doğan’la Şafak, arabayla gelip bizi aldılar ve götürdüler söyledikleri lokantaya...
* * *
Lokanta, peş peşe yaşadığı depremlerle sürekli felaketlere uğrayıp duran, gündemlere de lök gibi oturmuş bir kentimizin adını taşıyordu.
Tüm masaları silme doluydu.
* * *
Derinliğine uzun olan lokantanın dibinde, bir de ufacık ve artık bomboş olan, içinde ağaçlardan düşen sarı yaprakların rüzgârlarla oynaştığı bir bahçesi vardı.
* * *
Şafak, bahçeye bakan açık pencerelerden birinin hemen yanındaki bir masayı ayırmıştı bize...
* * *
Bendeniz, tereyağı sürdüğüm kızarmış bir ekmekten kopardığım bir lokmayla; hem kayısı kıvamındaki yumurtamı yiyor, hem demli mi demli tavşan kanı çayımı içiyor, hem de bomboş ufarak bahçede, rüzgârla oynaşan sarı yapraklara bakıyordum.
* * *
O sırada en küçük torunum 23 yaşındaki Tuğçe’nin kuşağından sayılabilecek aile dostu bir karı-koca geldi yanımıza; babanın kucağındaki 46 günlük bir kız bebek vardı.
* * *
46 günlük, babasının kucağındaki bir kız bebeğin; sarmalandığı birkaç avuçluk örtülerin dışına çıkmış, minicikten de minicik eliyle, minicikten de minicik parmakları...
* * *
Kasımın son pazarıydı. Lokantanın bomboş küçümen bahçesinde rüzgâr sarı yapraklarla oynaşıyordu ve yanımıza gelen genç bir çiftin, baba kucağındaki 46 günlük kız bebeği; göz kapaklarını arada bir açan ve yüzünü de buruşturur gibi yapan bir kız bebek ve bebeğin minikten de minik eliyle, minikten de minik parmakları...
* * *
Alıp içime sokasım geliyordu 46 günlük o kız bebeği...
* * *
Lokantadan çıktıktan sonra, Solmaz, Doğan’a:
-Var mısın bir Boğaz yapalım, dedi...
* * *
Kasımın son pazarında Boğaz kıyıları da, Bebek Parkı da, Emirgan da, kapalı bir havanın altındaki hüzünlü Boğaz kıyıları da; bambaşka bir âlemdi...
* * *
Kıyılarda yüzlerce olta balıkçısı sıralanmış, istavrit yakalamaya uğraşıyorlardı, bazen yakalıyorlardı da...
* * *
Büyükdere, Sarıyer falan derken; Belgrad ormanları içinden Rumeli Kavağı ile Garipçe’yi de ıskalayarak Rumeli fenerine geldik sonunda...
* * *
Bir pazar sabahı, üstelik de bir sonbahar bitiminde hiç gitmemiştim Rumeli Feneri’ne...
* * *
Ne kadar da ayrı bir dünya vardı Rumeli Feneri’nde...
Ve yine siteler, villalar uzanıyordu uzaklara doğru; ama hava da ayaz mı ayazdı... Gök de iyice kapalıydı. Karadeniz’le buluşan sönük Boğaz, kasten seçtiğimiz pencereleri Boğaz’a açık bir çayhane ve titreye titreye içtiğimiz çaylar...
* * *
Dönüşte yine Belgrad ormanlarının içinden geçerken; aklıma hem Çelik Gülersoy geliyor, hem yeşil çamların dışındaki yaprakları sararmış ağaçlara bakıyor, hem de 46 günlük kız bebeğin minicikten de minicik parmakları okşuyordu beynimi...
* * *
Doğrusu sesim uygun olsa, söylemek isterdim Yves Montand’nın şarkısını:
Kuzey rüzgârının
Unutkanlık gecesine taşıdığı
Ölü yapraklar...
* * *
Bir dahaki yılda kasımın son pazarı, artık bendenizden o kadar çok uzaktaydı ki...
46 günlük kız bebek ise, 1 yaşına basmış olacaktı.
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder