Maksem'den Taksim'e. 23.12.2006.

 

Dünya başkentlerinin meşhur meydanları yanında bizim Taksim, çok fukara ve çok köylü kalır. Sadece 60 yıllık bir maziye sahip olan meydan, modernleşme sürecinin hangi durağında olduğumuzun bir göstergesi

Taksim meydanı deyince çok kimsenin gözünde renkli anılar canlanır. Burası İstanbul'un kalbidir, koca kentin yaşayan bir organizma olduğunu en iyi bu meydanda gözleyebilirsiniz. Taksim 1940'tan önce yoktu. Bugün meydanın orta yerini süsleyen heykel, Cumhuriyet'in simgesidir. Burası bütünüyle Cumhuriyet dönemi eseri. O yüzden ona modernleşme sürecinin göstergesi olarak da bakılabilir. Buradan Taksim ne kadar mo-dernse, İstanbul, dolayısıyla Türkiye de o kadar moderndir sonucu çıkarılabilir.

1940'tan önce Taksim'deıg. yüzyılda inşa edilmiş devasa bir askeri tesis bulunuyordu. Kışla, Divan Otelin orada başlar ta The Marmara'nın önüne kadar gelirdi. Meydan ise kışlanın ahırlarıydı. Yine günümüzde Nikâh Dairesi'nin de bulunduğu ve Taksim Gezi Parkı diye bilinen alan Kışlanın tam göbeğiydi. Ki aynı alan içinde bugün Shareton bulunuyor. Kışla, Cumhuriyet dönemde gözden çıkarılınca ta 40'h yıllara kadar arsası stadyum işlevi gördü. Burada futbol, güreş, boks karşılaşmaları düzenlenirdi. Sair günler ise bu düzlükte okullar bayram provaları yaparken, kimileri de çocuklar dolaşsın diye bisiklet, motosiklet kiralardı. Buradan Cihangir'i ayaklar altına alarak Halic'in ağzına kadar Marmara denizi görülürdü.

Adına gelince; meydanın köşesindeki sivri külahlı, klasik ve soylu taş yapı yüzünden buraya Taksim dendi. Çünkü 18. Yüzyılda yapılan bu yapıda Beyoğlu yakasının suları taksim ediliyordu. Gerçek adı da Taksim değil Mak-sem'di. Halk ağzında bu Taksim'e dönüşmüştü. Buradan Harbiye istikametinde yürüyünce solda 90 metre uzunluğunda bir duvar yükselir. Bu su deposudur. Önünde seyrek aralıklarla yarım daire şeklinde fıskiyeli havuzları vardır ki, şenliklerde ışıklandırılır, sular akar.

Şimdilerde bu duvarın önünde polisler, çiçekçiler ve güvercinler duruyor. Duvarla heykel arasındaki alan eskiden derme çatma dükkânlarla dolu küçük bir mahalle gibiydi. Mesela burada Karagöz oyunlarının temsil edildiği bir baraka tiyatro bile vardı.

Taksim'e adını veren Maksem'dir ama kaderini tayin eden asıl heykeldir. Çok erken bir tarihte, 1928'de heykel dikildiğinde burası resmen mezbelelikti. Henüz loşla tamamen yıkılmamıştı, meydan diye bir şey yoktu, meydan heykel konduktan sonra oluşmaya başladı. Milli Kurtuluşu simgeleyen dört cepheli ve her cephesinde farklı kompozisyonlar bulunan anıt fakir Cumhuriyet'in bütçesini sarsacak kadar pahalıya mal olmuştu. Bu yüzden komisyonlar kurulmuştu. Bunun için makbuzlar bastırıldı. Eldeki listelere göre zenginlerden 50-100 lira, azınlıklardan 20-30 lira arası para toplandı.

Anıtı yapacak kişi olarak İtalyan Prof. Pietro Canonica uygun bulunmuş. 16.500 İngiliz lirasına, 18 ayda ortaya çıkan heykel aslında bir su havuzunun içinde yer alacaktı. Fakat para yetmeyince bundan vazgeçildi. 11 metre yüksekliğindeki anıt, İtalya'dan özel olarak getirilen kırmızı ve yeşil mermerlerden yapıldı. 184 ton ağırlığındaki anıtın açoılış törenine 30 bin kişi katılmıştı. O gün açılışta konuşan Eğitim Bakanı Necati Bey konuşmasının sonunda halkla şöyle sesleniyordu:

"Aziz Mustafa Kemal! Üzerinde vaktiyle yabancı izlerin, mağrur askerlerin dolaştığı bu meydanda toplanan, hep senden ve senin aşığın olan on binlerce insan, senin açtığın yoldan ve senin arkandan gelmek için can atmaya hazırlanan âşıklarındır. Onlar her istediğin yerde emrine, işaretine amadedir." (Alkışlar, hay-hay sesleri).

Anıtın Harbiye'ye bakan yüzü 30 Ağustos Zaferini canlandırıyor, Atatürk'ün buradaki figürü ünlü Kocatepe pozudur. Galatasaray istikametine bakan yüzü 29 Ekim 1923 Cumhuriyet Tür-kiyesi'ni temsil eder. Atatürk ortada sivil, ilci yanında İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak Paşalar. Anıtı öbür iki dar yüzünde ilci asker. Biri savaş, öbürü barış bayrağı taşıyor. Üstlerinde de birer madalyon içinde kadın başları. Biri peçeli, öbürü devrimle açılmış, aydınlık yüzlü.

Taksim meydanı Cumhuriyet'in eseridir ama burayı yoktan var eden kişi 'dürüst ve namuslu başkan' diye anılan Dr. Lütfi Kırdar'dır. Vali ve belediye başkanı yetkilerini elinde bulunduran Dr. Kırdar hatıratında Taksim meydanı için bakın neler diyor: "... Ben de eskiden İstanbul'a geldikçe bu meydanın çirkin haline üzülürdüm. Onun için İstanbul'da vazife alınca hemen Taksim'in imarı işini ele aldım ve hükümetin de yardımıyla bugünkü temiz ve mamur meydanı yaptık. Böylece bütün yabancı misafirlerin de ziyaret ettiği bu yer şehrin en seçkin bir semti oldu."

Bir meydan sadece anıt ve park demek değildir. Hiç insansız meydan olur mu? Çok geçmeden Taksim neredeyse istilaya uğradı. Karanlık meydan ışıldadı, parke kaldırımlar döşendi, önce kahveler, pastaneler, ardından barlar, pavyonlar, gazinolar sökün etti. Bunların en meşhuru Kristal Gazinosuydu. Bugün yerini bile tarif etmekte zorlanacağımız gazino Harbiye parselinin meydana bakan cephesindeydi. Şimdi üzerinden Tarlabaşı Bulvarı geçen gazino, bir zamanlar azınlıkların Beyoğ-lu'ndaki eğlencelerini bile gölgede bırakmıştı. Pera'nın gece âlemlerinde Halley kuyruklu yıldızı gibi parlayıp sönen Kristal 1970'te yola kurban verildi. Şimdi yerinde bir banka ve bir simit-saray var.

Kristal en parlak dönemini dünyanın en karanlık günlerinde yaşadı. II. Duya Savaşı yıllarında halkımızın tepesinde bombalar patlamadı ama açlık, yoksulluk ve hastalıklardan insanlar kırılırken türeyen fırsatçı sermaye, kurtlarını işte bu gazinoda döküyordu. İstanbullular bu türedi zenginlere "Hacıağa" adını daha o yıllarda takmıştı.

Çelik Gülersoy, "Taksim" adlı kitabında Kristal Gazinosu'nun müşteri profilini şöyle anlatıyor: "Taşradaki kılığı olan çakşırı, poturu çıkarıp, 1940'ların modasıyla kruvaze elbiseleri giymeye, dimdik, uzun etekli siyah paltoları ve yana yatmış 'fötr' şapkaları buna uydurmaya çalışan, yakası beyaz ipek eşarplı, parmakları okka gibi altın yüzüldü, göbekli, bıyıklı, bakışları baygın bir takım adamlar, Beyoğlu sahnelerinde arz-ı endam etmeye başlarken, özellikle geceleri bunların topluca göründüğü yer, Taksim meydanı kenarındaki sazlı-sözlü, hokkabazlı Kristal Gazinosu olurdu."

Meydanda yüzünüzü İstiklal caddesine dönerseniz, bir set üstünde size bakmakta olan Ayia Triada Rum Ortodoks Kilisesi ile göz göze gelirsiniz. 1887'de yapılan kilisenin ana kapısı Meşelik sokağına açılır. Merdivenli bir başka kapısı da Sıraselviler'e. İlci yanında azametli iki çan kulesi vardır. Klasik Ortodoks kiliselere nazaran katedral tarzında, çok süslü ve gösterişlidir. Kilisenin meydana bakan çevresinde bugün döner, hamburger büfeleri vardır. Eskiden bunların üstünde tüm meydanı kuşbakışı gören dev bir kahvehane vardı: Eptalofos Kahvesi. Burası da kar-kış kıyamette insanların buluşma yeriydi. Alafranga bir kahveydi. Müşterileri kadınlı erkekli. Yaşlı kokanalar, akşam üzeri kağıt oynarlar, kimileri de onları seyrederken oya, dantel, örgü yaparlardı. Kedileri, satranç ustaları, bezik, briç turnuvaları olan kahve 70'li yılların başında yanarak İdil oldu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Çelik Gülersoy’un Vefatından sonra hakkında yayınlananlar (6.7.2003 - )

Köpüklü, Mehmet: “Çelik Gülersoy'un mirası mahkemelik”.