Özer Bostanoğlu: Türkiye’de Huzur ve (Kemalist Estet-Şehirci) Çelik Gülersoy…(10). 16.05.2022

 

Türkiye’de Huzur ve (Kemalist Estet-Şehirci) Çelik Gülersoy…(10)





Gülersoy lisede

Çelik Gülersoy, 1947-1948 öğrenim yılında, aynı yıl hizmete açılmış olan Beyoğlu Erkek Lisesi’nde sürdürür, eğitim yaşamını… Lise, Ayazpaşa yamaçlarında, eski bir ‘hanım sultan konağı’dır… Sahil ile Beyoğlu arasında, yamaca konmuş bir Sultan Abdülmecid (1823-1861) devri konağıdır, ‘Esmâ Sultan Konağı’… Alman Sefareti arkasında, bahçe içinde, kocaman bir binadır. Esmâ Sultan ise, Abdülmecid’in halası, (1808’de tahta çıkan) İkinci Mahmut’un (1785-1839), (ağabeyinin yanında, yıllarca saray entrikalarına karışmış bulunan!) kızkardeşiydi. (Becerikli, işbilir bir hatun olduğu, Çamlıca’da, Divanyolu’nda ve Beyoğlu’nda köşk ve konak sahibi olmasından da bellidir?)
Bir (kısa Osmanlı tarihi) ayraç(ı) açalım burada: Abdülmecid, daha tahta çıkışının dördüncü ayında, Hariciye Nezareti’ne getirdiği (eski Londra Elçisi ve 1838’deki [İngilizlere çok geniş ticaret imtiyazları tanıyan ve bu nedenle de Osmanlı’nın yarı-sömürgeleşmesine yol açan!] Baltalimanı Ticaret Anlaşması’nı da hazırlamış bulunan) Mustafa Reşit Paşa’nın kotardığı ‘Tanzimat Fermanı’nı yürürlüğe koymuştu (1839) ve devlet ve toplum düzenini, kuruluşundan beridir, şeriata, yâni Tanrı hakları dizgesine dayamış olan Osmanlı yönetimine, Tanrı haklarına son vermeden, Batı’nın lâik dizgesini de eklemlemişti! Bundan böyle, ‘Müslüman ve Hıristiyan bütün insanlarımızın ırz, namus, can ve mal güvenliği sağlanacak’tır ve de (Türk halkının deyimiyle) ‘gâvura, Hıristiyanlara, gâvur demeyeceğiz!’ sözü verilmiş olmaktadır! Abdülmecid de, babası İkinci Mahmut gibi, Osmanlı sarayında Batı rüzgârları estirmiş; eğitimde Avrupa’ya, bilimsel düşünceye ve fenne yönelmiş, alafranga müziğin gelişmesi için dışarıdan besteciler, sanatçılar getirtmiş, konser ve tiyatro binaları yaptırmış, ‘Avrupa’daki mimarlık anlayışına özenmiş’, Avrupa’daki yaşam biçimlerini örnek alarak, yeni bir düzen getirmeye çalışmış, sarayları ve konakları Avrupa tarzı eşyalarla, kanepeler, koltuklarla donatmış, yer sinilerini kaldırtarak, yemek masalarını koydurmuş ve de giysileri değiştirmiştir! Osmanlı’yı, Avrupa’ya, Avrupa Devletler Topluluğu’na, siyaseten, kabul ettirmeye çalışmıştır! Abdülmecid döneminin en önemli uluslararası siyaset olayı ise, son yıllardaki savaşlarda sürekli toprak kaybeden ve dolayısıyla Avrupa devletlerinin mâlî denetimine giren Osmanlı’yı, 1853’te, ‘Boğaz’ın hasta adamı’ olarak tanımlayan (ve diğer Avrupa emperyal devletleriyle) paylaşılmasını hedefleyen Çar I. Nikola yönetimindeki Çarlık Rusya’sına karşı verilen ‘Kırım Savaşı’dır (1853-1856)! Bu savaşın finansmanı için alınan dış kredinin ve (Kırım Savaşı’nda Osmanlı’ya gûya destek veren?) İngiltere-Fransa’nın Osmanlı’ya karşı yürüttükleri ‘Müttefik hasmane dostluğu’nun (peşisıra kabul edilen 1856 tarihli ‘Osmanlı Islahat Fermanı’nın da kolaylaştırıcılığında!) yol açtığı mâlî borçlanma, Osmanlı’nın ekonomik iflâs tablosu olan (1881-1923 yılları arasındaki, uğursuz) ‘Düyûn-u Umûmiye İdaresi’ne (yabancıların yürüttüğü ‘Genel Borçlar İdaresi’) giden yolun başlangıcıdır! İşte bu borçluluk kabarması sürecinde bile, Abdülmecid, haremindeki kadınların da etkisinde kalan zayıf kişiliği ve saltanat düşkünlüğü yüzünden, Topkapı Sarayı’ndaki hünkârlık resmî ikametgâhının yanısıra, gençliğinin geçtiği Çırağan Sarayı civarında, Dolmabahçe’de, 1850’lerde yeni bir (Avrupaî) saray yapımını başlatmış ve 1856’da da oraya, yâni Dolmabahçe Sarayı’na taşınmıştı! (Bkz.: Hıfzı TOPUZ, Abdülmecit: İmparatorluk Çökerken Sarayda 22 Yıl (13. Basım), İstanbul: Remzi Kitabevi, Ekim 2009, ss. 42-113.)
İşte böyle bir tarihsel geçmiş önündeki Çelik, bu lisedeki eğitim yaşamı ile birlikte, 1939’da ablasının evlenip, taşınmış olduğu Beyoğlu’nu, daha yakından tanımak olanağına kavuşur. O zamanın Beyoğlu’su, kozmopolit, çok-uluslu tarihsel geçmiş izleriyle ve insanları, vitrinleri, pastacıları, sinemaları, kitapçıları, temizlik ile şıklığı nedeniyle, ‘Avrupa’dan bir kesit’ olarak görülmekteydi! Ünlü mimar, sinema yazarı (Galatasaray Lisesi mezunu) Atillâ Dorsay da, Beyoğlu’nu, bu çerçevede övgü ve hayranlıkla anar ve ekler: ‘Galatasaraylılık benim için hep biraz bu özel bir coğrafyayla bağlantılı kaldı: Beyoğlu’nun coğrafyası. Yani, yalnızca İstanbul’un değil, tüm ülkenin Batı’ya açılan penceresi, sosyal hayatın hemen tüm yenilikleri için ülkenin giriş kapısı, kültürleri, ırkları ve inançları birleştiren büyülü bir bölge, bir laboratuvar-semt…’ (Bkz.: Atillâ DORSAY, Bir Ömürden Seçilmiş Tablolar, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2019, s. 70.)
Çelik, öğlenleri saat 13:00’te okul dağıldığında, yürüyerek Taksim’e çıkardı. Lâle Sineması’nın bitişiğindeki Turing’te, saat 18:00’e dek, (getir-götür dâhil!) her türlü işi, severek, yapardı… Hem işini, hem Beyoğlu’nu, hem İstanbul’u çok seviyordu! Bir de kitapları çok seviyordu! Şöyle anlatıyor, yaşamının o dönemini: ‘Lise dönemi, benim için artık “ciddî okumaların” başlangıcı demektir. Yıldız’daki küçük evimizin duvarına camlı bir dolap çaktırdım. İlk kitaplığım buydu. Resime de çalışan, romantik bir genç olarak, Babıâli Yokuşu’nu tanımaya başlayışım, artık üzerimde taşıdığım “lise öğrencisi” sıfatıma paralel gidiyordu. Babıâli Yokuşu. Vitrinlerinde, Balzac’ların, Maupassant’ların, Halid Ziya ve Yakup Kadri’lerin dizili durduğu, ufak bir harçlıkla dükkânlarından birine girip dünyalar benim olmuş gibi mutlulukla çıktığım, tılsımlı ve seçkin, kültür yolu…’ (Bkz.: Çelik GÜLERSOY, Kırk Yıl Olmuş, [Yayına Hazırlayan: Nezih BAŞGELEN], İstanbul: İstanbul Kitaplığı Ltd. Yayını, 1989, s. 86.)
Çelik, lisenin ilk sınıfından itibaren, yâni 1947 yılı Eylûl ayında, Turing’de çalışmaya başlamıştır. O zamanki Kurum, iki memurlu, üç odaya yerleşmiş küçük bir ofistir. Yeri, İstiklâl Caddesi’nde, 81 numaralı ahşap bir evin üçüncü katıdır. Lâle Sineması’nın hemen bitişiğinde, eski Pera Caddesi’nden kalan son binadadır. Daha sonra, 1951’de, Kurum, oradan çıkıp, yine kira ile, Tepebaşı Meydanı’ndaki Moralı Pasajı’nın ikinci katına taşınacaktır. 1955’te ise, bu defa satın alma yoluyla, az ötedeki Asmalı Mescid Sokağı’ndaki Nil Pasajı’nın ikinci kattaki dairesine taşınılır. (Kurum müdürlüğünü, kurucu müdür Reşit Saffet Bey’in 2 Şubat 1965’te vefat etmesini izleyerek, edimli olarak üstlenmiş olan Gülersoy, Mayıs 1966’da resmen tayin edilir. Asmalı Mescid’deki pasajdan çıkıp, Şişli’deki [satın aldıkları] binaya yerleşirler…)
Çelik, Turing’e girdiğinde, Kurum, (kendi deyimiyle) ‘Türk (Kurucu) Reşit Bey, Arap Said Beyimiz, Musevi sekreter ve Ermeni muhasebeciden’ oluşmaktaydı! Gülersoy’un, 1947’de Kurum’a girdiği yıl, daha sonra (TTOK Müdürü olarak) ‘halef-selef olarak çalıştığım ustamdı!’ diyerek andığı Said Naum-Duhanî, kendisi için önemli bir örnek kültürel şahsiyet olmuştur. Suriye-Lübnan (Osmanlı) Araplarından, Hıristiyan cemaatine mensup, Osmanlı’nın Lübnan Mutasarrıfı (sonra da Paris Sefiri) Naum Paşa’nın oğlu (ve Frenk Beyoğlu’sunun, yâni bütün Doğu’nun ilk opera-tiyatrosunu [Sultan Abdülmecid’in yardımı ve desteğiyle] açmış olan Mikail ve Yusuf Nazım beylerin yeğenleri olan) Said Naum-Duhanî’nin, Beyoğlu’ndaki azınlık ve levanten aileleri, bireyleri ve de onların oturdukları konutlarla, apartmanlarını araştırıp, (Fransızca) yayınladığı “Eski İnsanlar Eski Evler” başlıklı (1982’de, Türkçeye çevirtip, Kurum’ca yayınlattığı) kitabına yazdığı giriş yazısında, Gülersoy, Duhanî’nin ilginç kişiliğini anlatır… Ve son yıllarda, sıkça gördüğü bir rüyasını, şöyle özetler: ‘Yine inanırım ki, ahrette Said Bey Duhanî ile – artık çok uzak durmayan bir tarihte – buluştuğumuz zaman, o mektup dikte eder olmayacak, elindeki kitabını kapatıp ve monoklünü çıkarıp beni gülümseyerek sevgiyle karşılayacak ve oğlu kadar sevdiğini son kitabındaki ithafında eliyle ve yeşil mürekkepli altın kalemiyle yazdığı Çelik Gülersoy’u kucaklayıp karşısına oturtacak ve daracık Asmalı Mescid Sokağı’na 50’li yıllarda kış günleri lapa lapa karlar yağarken işi gücü az odamızda yaptığımız gibi eski Paris’ten bahsedecek ve eski Beyoğlu’nun, kanunlar yüzünden kitaplarına yazamadığı hikâyelerini, kaldığı en son yerden bana anlatmaya devam edecek…’ (Bkz.: Çelik GÜLERSOY, ‘Kitap ve Yazarı’, (içinde) Said NAUM-DUHANÎ, Eski İnsanlar Eski Evler: 19. Yüzyılda Beyoğlu’nun Sosyal Topoğrafyası, (Çeviren: Cemal SÜREYA), İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi, Nisan 2018, ss. 7-15.)

Akan zaman içinde İstanbul evleri

Biraz da, hazır Çelik’in lisesinden bahis açılmışken, (Türk mimarlığında) ‘konak’ neydi, ona yoğunlaşalım: İstanbul’un ve özellikle de ‘Boğaziçi Medeniyeti’nin en güzel anlatıcılarından ve romancılarından birisi (ve ileriki yıllarda, Gülersoy’un en yakın ruh-dostlarından birisi olacak) olan Abdülhâk Şinasi Hisar’a göre (1888-1963), ‘geçmiş zaman’ olarak nitelendirdiği ‘çocukluk zamanlarındaki İstanbul’ evleri, üçe ayrılarak, incelenebilir: 1-Şehirde bulunan, ayrı ‘harem’ ve ‘selâmlık’ daireli ve genellikle kârgir olan evler, ki “konak” olarak tanımlanırlar; 2-İstanbul’un sayfiye semtlerinde, bahçe içlerinde yer alan ahşap yapılar, ki “köşk” olarak bilinirler; ve 3-Boğaziçi’nde yer alıp, yine ahşap olup, su kıyılarında bulunan evler, ki “yalı” olarak isimlendirilirlerdi… Yine Hisar’a göre, o zamanlarda Beyoğlu civarında, ‘Avrupaî’ tarzda yapılan (4. bir tür olarak) ‘apartman’larda ise, henüz aile yerleşimi başlamamış durumdadır! (Bkz.: [A. Ş. HİSAR’ın, 1956’da yayınlanmış “Geçmiş Zaman Köşkleri” başlıklı yapıtından aktaran] Nesrin TAĞIZADE KARACA, Abdülhâk Şinasi Hisar’ın Eserlerinde Geçmiş Zaman ve İstanbul, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayını, 1998, ss. 140-141.)
Pek doğaldır ki, bu az sayıdaki ‘üst-düzey’ Osmanlı yöneticilerinin ve toplumsal katmanlarının oturdukları evler yanısıra, İstanbul halkının ezici çoğunluğunun ve ekonomik düzey itibariyle de yoksul kesimlerinin barındığı evler ise, genellikle iki-katlı ‘tahta evler’di… Cepheleri, zaman içinde, (yağan yağmurlarla) boyaları aşınıp, yenilenemeyip, kararan o evler, (Burhan Arpad [1910-1994] gibi) birçok duyarlı İstanbul gözlemcisi yazarın da belirttiği gibi, ruhlara da bir bungunluk ve kasvet vermekteydi! Her ne kadar, o eski tahta evlerin çoğunda bir arka bahçe yeşili, hattâ fıskiyeli bir havuz, arka pencerelere asılı saka, florya, kanarya, şakıyan kuş kafesleri asılı da olsa, yine de, Osmanlı Türklerinde, (1835-1839 arasında, Osmanlı ordularını yeni bir düzene koymak için gelmiş bulunan!) Prusyalı mareşal Helmuth K. B. von Moltke’nin (1800-1891) eski İstanbul için yaptığı ilk plan çalışmalarına kadar, herhangi bir düzenlilik içeren ‘şehir planı’ bulunmadığından, ‘organik yapılaşma’dan kaynaklı, daracık ve karanlık sokaklar, güneşsizlik, rüzgâr ve havasızlık gibi nedenlerle, kent ve toplum sağlığı açısından da, çok sakıncalı bir durum arzediyordu!
Çocukluğu o tip evlerde ve sokaklarda geçmiş olan gazeteci Arpad, bu mimarî dokudan şöyle yakınıyor(du): ‘Eski İstanbul, hele yirminci yüzyıl başlarının bitişik düzende tahta evcikler İstanbul’u, kalfaların iki katlı yapıları yan yana sıralamasıyla oluşmuş, sevimsiz, gözü tırmalayan bir barınaklar yığınıydı! Yağmurla kararmış o tahta evlerin İstanbul’unu hiç sevemedim. (..) O günlerden yarım yüzyıl sonra da hiç değişmemiş daracık sokaklardan arada bir geçerken yine başım ağrıyor ve soluğum daralıyor. Zira o daracık ve çamurlu sokakların iki katlı tahta evlerinin avuçiçi arsasında şimdi sekiz on katlı beton yapılar var. O daracık sokaklar şimdi güneşe büsbütün kapalı. (..) İki katlı tahta evlerin üç – beş kişi barındıran toprağında yükselmiş beton yığınlarında şimdi 40-50 kişi tıkış tıkış oturuyor. (..) Bütün bu çirkin gerçekler korkunç bir hızla herşeyi yutup yokederken, kimi okuryazarlar, ya da sanat snopları, şimdi hiç biri var olmayan eski İstanbul mahallelerini yeniden kurmak, ya da çamurlu yan sokaklarda yıkıldı yıkılacak en son tahta evleri kurtarmak gibi hayal gücünü bile zorlayan boş şeylerle oyalanıyorlar!’ (Bkz.: Burhan ARPAD, Yokedilen İstanbul, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Yayını, 1983, ss. 162-163.)
Değerli Mimar Üstün Alsaç’a göre ise, Osmanlı-Türk mimarlığının anıtsal camilerden sonra yaratmış olduğu en önemli yapı türü, konuttur… “Türk Evi” olarak da bilinen bu yapıların en iyi örneklerine, Anadolu’da ve Balkanlar’da rastlanır. Kendisine özgü modüler plan çeşitlemeleri olan ahşap yapım tekniklerini kullanan, alt katlardaki sağır duvarlarıyla dışa kapanan, üstte ise cumbalarla, pencerelerle açılan, çevre denetimi sağlayan kafes gibi öğeleri ve yerli dolap gibi iç donanımlara sahip bu evler, özenli işçilik ve süslemelerle yapılmışlardır! Tarımsal-kırsal yaşama biçiminin en yetkin ürünlerinden olan bu evler, kent ölçeğine de uyarlanmışlar ve konak, köşk, kasır, yalı ve saray gibi daha gelişmiş ve üst-düzey konut türlerinin temeli olmuşlardır! (Bkz.: Üstün ALSAÇ, Türk Mimarlığı, İstanbul: İletişim Yayınları, Ocak 1992, ss. 25-26.)
Yine bir başka çok önemli mimarımız olan Cengiz Bektaş’a (1934-2020) göre ise, (Başkent – Payitaht) İstanbul’da üretilen kültür, Anadolu’ya, başka ülkelere örneklik ediyordu. Öyle ki, Anadolu’daki evlerin iç, hattâ kimi kez dış duvarlarına bile İstanbul görüntüleri boyanır. İstanbul’un, Edirne’nin evleri, Anadolu ve Rumeli’de yinelenmeye çalışılmıştır. Ama, yine de çeşitli bölgelerdeki evler, yine de yörelerine özgü renkleri alırlar. Hemen her yörenin, kendisine özgü biçem özellikleri oluşmuş bulunmaktadır. Ünlü mimarlık hocası Prof. Dr. Sedad Hakkı Eldem’in (1908-1988), Türk evinin bölgesel özelliklerini, yedi ana bölüme ayırıp, sınıflandırmasına da katılan Bektaş, bu tipolojiyi şöyle özetlemektedir: Karadeniz sahili – hinterlandı, İstanbul – Marmara Bölgesi, Ege – hinterlandı, Akdeniz Bölgesi, İç Anadolu Bölgesi, Doğu Anadolu Bölgesi ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi… Yine Eldem’e göre, Türk evinin plan tipleri ise şu şekildedir: 1-Sofasız çözüm; 2-Dış sofalı çözüm; 3-İç sofalı çözüm; 4-Orta sofalı çözüm… Türk evinin bu ana kurguları, kalabalık ailelerde oda sayısı yetişmezse, aynı plan tiplerinin yan yana getirilmesiyle, (ev) büyütülebilir… (Çoğu sahil sarayının, örneğin Dolmabahçe Sarayı’nın planı da, bu biçimdedir.) (Bkz.: Cengiz BEKTAŞ, Türk Evi (7. Baskı), İstanbul: YEM Yayın, Şubat 2020, ss. 115-135.)
Yine ünlü mimar ve kültür adamlarımızdan olan Aydın Boysan’a (1921-2018) göre, ülkemizin en önemli tarihsel şehri, dolayısıyla tarihsel mekân stok alanı, İstanbul’dur. Onu, tarihsellikte, Bursa izler. Her iki şehrimizde de tarihsel çağlardan önemli anıtlar ve mekânlar kaldığına değinen Boysan, eski mimarlık eserlerinin hepsini korumanın olanaksızlığından bahsederek, korunmaya değer olanları ayırıp, bunlara dokunulmazlık tanımanın gerekli olduğunu söyler ve fakat, diyerek ekler: Bu durum, yâni tarihsel yapıtları koruma görevi, yeni yapıları onlara benzetme, taklit çabalarına destek yapılamaz! ‘Her çağ, her toplumda, o dönemin kendi eserlerini verecektir!’ Ayrıca, yine Boysan’a göre, İstanbul’un da, Bursa’nın da ilk kuruluşundan başlayarak, yerleşmeler, imar planlarıyla falan değil, kendiliğinden olmuştur! Halk, yapılarını, daha çok edep-terbiye kurallarına uyarak yapmış; şehir mekânlarını, halk ve doğa birlikte gerçekleştirmiştir! ‘İnsan ölçüsünde yapılarla bunların toplaştığı sokaklar – meydancıklar ve bunların ortaya çıkardığı şiirsel mekânlar, halk tarafından yaratılmış(tır)!’ (Bkz.: Aydın BOYSAN, Nereye Gitti İstanbul? Yaşantı (2. Baskı), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, Ekim 2004, ss. 134-135.)
Yine Cengiz Bektaş’a göre ise, mimarlıkta ‘koruma’ olgusu, her şeyden önce, kültür yorumumuza bağlıdır. Bir insanın bilgisi, kültürü, bir şeyin değerini kestirebilecek düzeyde değilse, o eseri korumak diye bir tasası ol(a)mayacaktır! Kültürsüzlüğün, bilgisizliğin yanında, ‘koruma’nın en önemli iki karşıtı vardır: Ulusçulukla, köktendincilik… Ya da, bağnazlık, tek sözcükle! ‘Bir kültür-sanat ürününün, ulusu, dini olabilir mi? O bütün insanlığın malıdır. Ulusçu ya da köktenci böyle düşünmez ki… Kendi ulusundan bildiği yapıtları korurken, başka ulusların diye bildiklerini ya da öyle sandıklarını yok etmeğe çalışır… Köktendinci de öyle… Bu, her şeyin, insanlığın ortak malı olan her şeyin, yok edilmesi demektir!’ Ayrıca, Bektaş, kültür adına yapılan her türlü onarımın, koruma onarımı olması gerektiğine değinir ve onarıyorum derken, kültür varlığını ortadan kaldıranları, sert biçimde eleştirir! Onarım ilkelerini şöylece belirtir: ‘Onarım yapıyorum’ derken; iz silmemeli, yalan söylememeli – tarih üretmemeli ve de onarılan yapıta, özellikle yapıya, insan sıcaklığı kazandırılmalıdır! (Bkz.: Cengiz BEKTAŞ, Kentli Olmak ya da Olmamak, İstanbul: Evrensel Basım Yayın, Ekim 1999, ss. 97-101.)
Bu ilkelerin, ileride, Çelik Gülersoy tarafından nasıl da İstanbul şehircilik ve mimarlığında işlevselliğe ve gerçekliğe dönüştürüldüğünü, birlikte göreceğiz…
İstanbul’u (kendileriyle) birlikte tanımaya çıkan (Tanpınar’ın) ‘Huzur’un(un) Nuran ile Mümtaz ikilisinin, ortaklaşa tanıklık ettikleri olgunun, Gülersoy eliyle nasıl (yeniden) diriltildiğini anımsayacağız…
Şöyle deniyordu: ‘Cerrahpaşa’yı gezmişlerdi. (..) İstanbul’un bu semtleri bu ağustos gününde, pislikten, tozdan, sıcaktan bîtaptı. Her yerde harabe çeşnisi, sıcağın arttırdığı bezginlik, bir yığın hasta ve yorgun çehre, fizyolojik çöküş göze çarpıyordu. Şehir ve içinde oturanlar, o kadar birbirlerine benziyorlardı. Yorgun göz veya vücutla dört beş metre murabbaına sığdırılmış, tahtaları morarmış, kiremitleri kırık, cüssesi yana doğru yatmış evler birbirini tamamlıyorlardı (..). Ara sıra (..) bu yıkık (..) sefaletin kemirdiği evlerin yanı başında beyaz ve tahinî boyalı eski bir konak yavrusu, mazideki zenginliğin, hayatın çiçeği lüksün, hâlâ şaşırtıcı bir artığı gibi görünüyordu. Onların da çoğu boyasızdı. (..) Onların yanı başlarında mimarîsi meçhul (..) yirmi sene evvelki kârgir evlere tesadüf ediyorlardı. İşte bu sefaletin, kirin, bakımsızlığın içinde (..) birdenbire umulmadık yerde yaldızlı taşı kırık bir geçmiş zaman çeşmesi parlıyor, biraz ötede kubbesi yıkılmış bir türbe düzgün ve vakur cephesiyle kendisini gösteriyor’(du)!’ (Bkz.: Ahmet Hamdi TANPINAR, Huzur (25. Baskı), İstanbul: Dergâh Yayınları, Mart 2016, ss. 199-200.)
İnsan ruhundaki huzur, şehre, mimarlığa geçtiği gibi, şehrin ve mimarlığın huzuru da, oturanlarına ve gezenlerine, gezginlerine geçiyordu!
(Sürecek…)

.......................

Türkiye’de Huzur ve (Kemalist Estet-Şehirci) Çelik Gülersoy…(8)

Türkiye’de Huzur ve (Kemalist Estet-Şehirci) Çelik Gülersoy…(8)

Degil mi ki, bu ülkede bir Mustafa Kemal ATATÜRK yaşamıştır; bütün Türk çocuklarının aradıkları huzuru ve barısı ve uygarlık dolu...


Türkiye’de Huzur ve (Kemalist Estet-Şehirci) Çelik Gülersoy…(7)

‘Sömürgeleşme cehaleti’ mi, (o da nedir?) diye soran gençlere, Mimar ve Uygarlık Tarihçisi Prof. Dr. Doğan KUBAN’ın (1926 – 2021)...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Çelik Gülersoy’un Vefatından sonra hakkında yayınlananlar (6.7.2003 - )

Köpüklü, Mehmet: “Çelik Gülersoy'un mirası mahkemelik”.